Süleyman Seyfi Öğün yazdı;
Siyâset, târihsel olarak sıkı bir şekilde “akıl” ile irtibatlandırılmış bir olgu olarak temâyüz etmiştir. Kadim Grekler bunu berrak bir şekilde ortaya koymuştur. Sâdece kadim “siyâsetnâme” külliyâtı değil; siyâsal felsefenin kurucuları olarak bilinen ve selâmlanan Eflâtun ve Aristo da siyâseti “logos” un en ileri formu olarak ortaya koyar. Belki o noktaya giden boyutları da vardır; lâkin bunu basit olarak bir “kutsama” olarak görmemek ; bir “tespit”, sâbitleme olarak değerlendirmek daha doğru olur.
Modern târihin kısm-ı âzâmında da bu gelenek bozulmamıştır. Rönesans düşünürü Machiavelli ve daha sonra Hobbes’un geliştirdiği “reelpolitik” aracılığıyla “siyâset” ile “ahlâk” arasındaki bağların tasfiye edilmiş olması, siyâsetin akıl ile irtibâtının kuvvetlendirilmesi olarak temellendirilebilir. Meselâ Machiavelli, ahlâka dâir akıl yürütmelerin siyâsal akla zarar verdiğini, kapasitesini zayıflattığını düşünüyordu. Ahlâktan arındırılmış, başta “çıkar “olmak üzere “maddî gerekliliklere” indirgenmiş olan bir siyâsal akıl tam kapasite işleyecekti. Modern devletler ve onların bürokrasileri “araçsal akıl” olarak târif edilen bir merkezde yapılandı ve işledi.
Bu tespitler meseleyi fazlaca iktidâr odaklı görmek olarak eleştirilebilir. Siyâsal direniş, mücâdele ve kıyamların duygu yüklü ve edebî olarak zengin dünyâlarını görmezden geldiğim düşünülmemelidir. Elbette bunların farkındayım. Siyâsetin merkezini oluşturan ve onun en müesses formu olan kadim devleterin karşısında dâima bir kenar direnişi olduğunu biliyoruz. Bu dünyânın “ahlâk” ve “duygu” dolu bir dünyâ olduğunun tartışma götürmez olduğunu da ıskalamamak gerekir. Lâkin kadim târihin çevrimleri içinde bu muhalefetlerin iktidar ile kurduğu ilişkilerin daha dikkât çekici olduğunu düşünüyorum. Yoğun duygusallıklar içindeki kenar muhalefetlerin kendilerini çok defâ iktidâr olarak addetmediklerini görebiliyoruz. İktidârın bizzât bir kirlenme olduğunu düşünenler zamân içinde mistik kapanmalara gitmiş, kelime mânâsıyla Râfızîliğin gereklerini yerine getirmişlerdir. İsyânı devam ettirenler ise iktidarlar tarafından veri alınan “aklî” kodları yapıbozuma uğratıp muhalif yorumlara tâbî kılıyorlardı. Bizde Batınîliğin bâzı şubelerinde, meselâ çok berrâk bir şekilde Haşhâşîlik’te bunun örüntülerini bulabiliyoruz. Ama mesele iktidârı isteyip istememekle alâkalıdır. Çok defâ en keskin isyânların, iktidâr olmaktan ziyâde, iktidârdakileri “yola getirmek” iddiasında olduklarını anlıyoruz. Sümerli Urganika’nın, Romalı Spartaküs’ün, Türkmen Babâilerin, kozmopolit Bedreddinîlerin, İngiliz Robin Hood’ların dünyâsında iktidârın ele geçirilmesi, yâni bir fetih değil, kenarı gözeten âdil bir başka hükümdâra kazandırılması vardı. Benim târihte en fazla merak ettiğim hususlardan birisi, Roma’yı kuşatan Spartaküs’ün o aralar aklından nelerin geçtiğidir. Başaramadı; ama başarsaydı acaba ne yapacaktı? Kendisi iktidâr olsa Roma’nın köleciliğe dayanan o kuvvetli kurumlarını dağıtıp yeni kurumlar mı oluşturacaktı? Yâhut, onlara teslim olup, eski efendileri köle, eski köleleri de efendi mi yapacaktı? İlki zor görünüyor. Diğeri ise sıfır toplamlı. Spartaküs’ün kahramanlığı kaybetmesinin ve bu sebeple de arı kalmasının eseridir. Değilse onu bugün, yozlaşmış bir iktidârın trajik figürü olarak anacaktık.
Modern dünyâda yaşanan ve tesiri 19.Asır’da zirve yapan burjuva muhalefetlerin ise bundan esaslı bir farkı vardı. Burada gâye sâdece iktidarları tasfiye etmek değil, onu devralmak , “dönüştürmek” ve “değiştirmek“ iddiasıydı. Evvel emirde bunu takdir etmek gerekiyor. Çünkü burada kadim muhalefetten farklı olarak bir “mesûliyet üstlenmesi” var. Mesûliyet ahlâkî bir kod… Eşitlik ve özgürlük gibi parlak kavramların ana payandası… 16,17 ve 18.Asırlar ne kadar “aklın” merkezde olduğu zamanlar ise bir burjuva asrı olan 19.Asır o kadar “duygu” yüklü bir zamandır. Akıl ve duygu; siyâset ve ahlâk arasında bağ kurulması için çok fazla gayret sarfedildi. Ama sağlam bir başarı elde edildiği pek görülmedi. Genel denge, istikrar olarak bildiğimiz devirler hep kısa devre yaptı. Kavgalar belki kısa bir zaman dilimi için “yatıştı”, ama asla sona ermedi.
Elyevm yaşadığımızı krizli dünyâda bu ayrışma çok keskin bir nitelik kazanmış durumda. Bir defâ mesûliyet kavramın derin bir aşınma gösterdiğini görüyoruz. İktidâr tarafından baktığımızda reelpolitik’in en jilet kıvamında keskinleştiği “stratejist aklın” siyâsal aklı neredeyse tamâmen teslim aldığını görüyoruz. Gereklilikler var; ama gereklilik mesûliyet demek değil. Mesûliyet, çok defâ gereklilikler olarak sıralanların dışına çıkıldığı, belki de gerekliliklere rağmen bir şeylerin yapılmaya başladığı yerde başlıyor. Evet, siyâsal akıl hiç bir zaman bu kadar stratejist olmamıştı. İktidarların kitlelerle bağını ise popülizmler oluşturuyor. Hülâseten, bağdaşmaz gibi görünse de “stratejizm” ile “popülizm” baskın bir iktidar pratiğini oluşturuyor. Muhalefet tarafından baktığımızda ise duygusal şişmelerin ahlâkî ilkelerle bağının aşındığını görüyorum. Bunun meyvası olan ve baskınlaşan ise, “duygulanımlar”. Duygulanım, duygu-ahlâk bağının koptuğu yerde bir refleks olarak elimizde kalan. Rahatsızlıkları ve kör tepkileri ifâde ediyor. Bunu, ışık hızıyla kitlesel bir katarsizme dönüştüren teknolojisi de var.
Velhâsıl, bugün siyâset stratejik gereklilikler ve duygulanımlar arasında salıncaklanıyor. İşçiliği ucuz. Popülizm asla büyük bir işçilik gerektirmez…