Modern dünyâda siyâset, çok sıcak bir alan olarak tezâhür etti. Kadim feylozof Aristo’nun, zamânında, site nüfusunun çok küçük bir azınlığını meydana getiren “erkek-özgür” yurttaşların imtiyâzı olarak yücelttiği siyâset, modern dünyâda, “eşitlik” değeri üzerinden yeniden yorumlanıyor; ulusların ve sınıfların katılımına açılıyordu. Siyâsetin târihsel olarak var olan âletleri, daha da geliştirilecek, dünyâ, insanın mutluluğu ve refâhı için değiştirilecekti. Buna bağlı olarak siyâset ve ümit duygusu, derin bir heyecan üzerinden birleşti.
Bu süreci ateşleyen ve derinleştiren, üretim ekseninde yükselen sanayi toplumu olmuştur. Ulus ve ister sermâye, ister emek açısından bakılsın, sınıflar açısından, ekonomik değerleri üretiyordu. O hâlde, siyâset, ulus ve sınıfların hakkıydı. Artık eskisi gibi sâdece devlet seçkinlerine âit olamazdı. Bu kadarı bile yurttaşların damarlarını tutuşturmaya yetiyordu. Nitekim 19. asır, o güne kadar siyâset dışı bırakılmış ne kadar toplumsal unsur varsa, onların siyâsete iştahla katılma irâdesi gösterdiği bir asır olmuştur.
20. asıra, bilhassa II. Genel Savaş sonrasına gelindiğinde, süreci taşıyan üretim toplumlarında tuhaf bir şey yaşanmaya başladı. Siyâsete dâir alâka hatırı sayılır bir şekilde düşüyordu. Tuhaflık şuradaydı: Artık siyâsal temsil ve siyâsal katılımın önündeki engeller kaldırılmış, demokratik kurum ve kuruluşlar İsviçre saati gibi çalışmaya başlamıştı. Daha ne isteniyordu ki? Dedelerin, babaların uğruna kanlarını döktükleri amaçlar hayâta geçirilmiş, garanti altına alınmıştı. Gelin görün ki, üretim toplumlarının, bilhassa da baby boomer nesli, siyâsete alâkasını hızla kaybediyordu. İşçi sınıfları hatırı sayılır bir refah artışı sağlamış, orta sınıflaşmıştı. Artık Marx’ın çağrısı manâsını kaybetmekteydi. Hepsinin “kaybedecek” bir şeyleri vardı. İşçi sınıflarının tercihi, daha iyi bir dünyâ için gayrete gelmekten uzaklaştı; güçlü garantilerle donatılmış bir rutinleşmenin ve refahın keyfini sürmek oldu. Stalin Sovyetizmi ise Bolşevik Devrimi’nin ilk başlarda uyandırdığı heyecânı söndürmek için elinden geleni yapıyordu. Resmî ve gayrı insânî uygulamalarıyla, heyecan bir tarafa, Batılı üretim toplumlarında nefret uyandırıyordu. Çin Devrimi, Lâtin Amerika’da yaşananlar ise, meselâ 1968’lilerde olduğu gibi heyecân doğursa da, bu ârızîydi. LSD bu heyecânı bambaşka yerlere sürükledi. Sistem, muhalefetin üstesinden geliyordu. Daha iyi bir dünyânın kurulması ideali, daha o günlerde sönümlendi. Batı dışı dünyâda, bilhassa sömürgeciliğin tasfiyesi sürecinde, siyâsetin halâ âteşin olduğu düşünülebilir. Bu düşünce de yanlıştır. Yaşanan süreçler, partitokrasiler veyâ bürokrasilerin kontrolüne girdi; resmîleşti ve yavanlaştı. Süreçlere istikâmet kazandıracak ideolojik yapılar ise alabildiğine dejenere oldu.
Batı’da, siyâsete dâir alâkaların yerini daha çok, yeteri kadar yıpratıcı olan çalışma şartlarını rehabilite edecek siyâset dışı entelektüel ve başta her nev’i mistisizm olmak üzere kültürel alâkalar alıyordu. Aslında yaşanan diğerkâmcılığın sönümlenmesiydi. Meslâ Batılı bir münevverin gözünde Hindistan, kadınların, çocukların ağır bir sömürüye mâruz kaldığı, kast sisteminin doğurduğu insanlık dışı uygulamaların yaşandığı, alabildiğine fakir bir memleket değil, guruların cirit attığı, ruhsal kurtuluşun mümkün olduğu rengârenk bir diyârdı.
Tüketim kapitalizmi bu yaygın sorumsuzluğu devraldı ve geliştirdi. Artık Sovyetler de çökmüştü. Tekmil hantal yapılarıyla sanayi toplumları da çözülüyordu. Bununla berâber, insan hayâtını garanti eden, elde edilmesi için kan dökülmüş olan “tarihsel kazanımlar” da… Ama olsundu; ağır çalışma şartları tasfiye ediliyor, içinde fırsatçılığın hüküm sürdüğü esnek çalışma hayâtı başlıyor, başta turizm olmak üzere hizmetler sektörü gelişiyordu. Tüketime erişmek ise her zaman olduğundan daha kolaydı. Bankalar yoldan çevirdiklerine kredi kartları dağıtıyordu. Sonrasını düşünmemek şartıyla herşeyi yapmak, her şeye ulaşmak mümkündü. Bu esriklik hâli içinde sistem insanlara “açık toplumu” vaad etti. Bu ideali destekleyen vakıflar, fonlar mantar gibi bitti. Üretim toplumlarının, devletlerin gizlediğisakladığı her şey ortaya serilecekti. Artık hiçbir şey saklı kalmayacaktı. Bu açıklık rejiminin güçlü bir teknolojik alt yapısı da vardı. Artık bir iletişim ve bilişim çağındaydık.
Açık toplum rejiminin, sistem için bir risk olduğunu, açık toplumlar üzerinden sistemin sorgulanacağına ve daha iyi bir dünyâ kurmak için bunun bir avantaj olduğunu düşünen saflar çıkmadı değil. Ama artık anlaşılıyor ki, açık toplum, sistemin sigortası olarak çalışıyor. Sorumluluk duygusunu, toplumsallık hassasiyetini kaybetmiş, fasılasız anlarda yaşayan, alıklaştırılmış kitlelerde, açığa çıkan şeylerin bir karşılığı yok. Açık toplum, filistinizm ve hedonizmin hüküm sürdüğü bir dünyâda sâdece duygulanımsal (sentimental) bir karşılık bulabiliyor. Belki anlık bir hayret, kızgınlık, küfürlü tepkiler, duygulanımsal boşalmalar (catharsis)..Sonrası?.. Koca bir hiçlik.. Siyasâl aklı (logos) olmayan, narsisizm ile nihilizmin kol kola verdiği tuhaf bir dünyâ bu. Sistem, bütün pisliğini açığa veriyor. Arada bir üç beş kurban veriyor; ama nihâi tahlilde pisliklerinin içinde yıkanıyor ve kendisini emniyete alıyor. Onun için Boris Johnson’ın, Scholz’un, baba-oğul Biden’ların skandallarının, arkası gelmeyen anlık yakıcı hâdiseler (happening) olmanın dışında bir manâsı yok.. Snowden’ın, Assange’ın ortaya çıkardığı deve yükü dosyalar bile ortada kalmadı mı?