Tarih: 24.12.2020 17:45

Siyasiler ülke ve insanı için en iyiyi ve en güzeli istemeli

Facebook Twitter Linked-in

Fehmi Koru yazdı;

İnsanız, hepimizin takıntılarımız olabiliyor. Görüşlerini kendine saklamak yerine başkalarıyla paylaşmayı tercih edenlerin takıntıları olmaması gerekiyor. Kendi hesabıma bu gerekliliğe uygun davranmaya, farklı bir yönü olmadıkça döne döne aynı konuyu yazmamaya, varsa tezlerimi kampanyaya dönüştürmemeye gayret ediyorum.

Buna rağmen süreklilik arzeden konularım yok mu? Var. Bunların başında da, 2023 yılında yapılacağı ilan edilmiş genel seçim ile cumhurbaşkanı seçiminin tarihinin erkene çekileceği tezi geliyor.

Erken belki de baskın bir seçimin ülkeyi beklediğini düşünüyorum.

Yazının girişinde belirttiğim temel ilkem olmasa tezimi her gün tekrarlamak isterim. Bereket, muhalefet partileri, hem de lider düzeyinde, seçimlerin tarihinin erkene alınacağı kanaatlerini ifade ediyorlar. Yeni kurulan iki parti, yasa öyle öngördüğü için, örgütlerini tamamlayıp genel kurullarını bir an önce yapma gayretindeler. Yasa, yeni kurulmuş partilerin kongrelerini tamamlamasının üzerinden altı ay geçmeden seçimlere katılamayacağını amir çünkü.

İktidar ise seçimlerin zamanında yapılacağında ısrarlı.

Türkiye’nin de ihtiyacı olan seçimlerin zamanında yapılmasıdır. Her an seçim yapılacakmış gibi istim üstünde olmak ülkeyi ve insanını sürekli gerilime sürüklüyor. Doğru olan, kendisine belli bir süre için ülkeyi yönetme görevi verilmiş siyasilerin, ülke çıkarlarını ön planda tutan bir yönetim anlayışıyla, sürekli seçim baskısı altında kalmadan, doğru bildiklerini icraata dönüştürmeleridir. 

Seçimler vatandaşa hesap verme dönemleridir. Ha bugün ha yarın diye seçim beklentisiyle yorulan bir ülke manzarasının kimseye yararı yok.

Muhalefete de yok, iktidara da. Bence erken seçim beklentisiyle yatılıp kalkılan bir ortam en büyük zararı ülkeye ve insanına veriyor.

Sorunları kendimiz çözemeyince…

Bu tespitim erken seçim beklentisinin yersiz olduğu anlamına gelmiyor. Toplumu tam ortasından ikiye bölünmüş bir ülkeyiz ve kitlelerin birbirine bakışları dostça değil. Günlük işler yolunda gitmediği gibi seçim akılda tutularak girişilen icraatlar ancak propaganda gücüyle olumlu gösterilebiliyor. Olumlu sonuçlar verebilecek icraatlar da, propaganda malzemesi izlenimi verdiği için eleştirilerek kolayca olumsuzluğa sürüklenebiliyor.

Kuru gürültü alanına döndü siyaset. Bunun zararları ekonomiden eğitime kadar hemen her alanda kendini hissettiriyor.

Cezaevlerine giren tutuklu ve mahkumlara ‘çıplak arama‘ yapıldığı iddiası bir muhalefet milletvekili tarafından gündeme getirildi diye iktidar adına konuşanların iddianın hemen karşısına dikilmesi gerekir miydi?

Hayır, tam tersine, ilk telaffuz edildiğinde konuyu ciddiye alıp böyle uygulamaların olup olmadığı araştırılır, olmadığı tespit edildiğinde soruşturmanın sonuçları kamuoyuyla paylaşılırdı. Tek bir yanlış uygulama tespit edilmişse bile, ibret-i alem için, üzerine gitmek de iktidara düşerdi.

Kadınların -elbette erkeklerin de- haysiyetlerini zedeleyecek bir uygulamanın yapıldığı bir ülkede yönetici olmak herhalde hoş bir şey değildir.

“Devlete güvenmiyor musunuz?” eşliğinde toptan ve peşin karşı çıkışlar yanlış uygulama yapanları cesaretlendirir; o cesaretle yapılanlar şikayetlerin daha da çoğalmasına yol açar. Bu açmazın kötü örneklerinin geçmişin kritik dönemeçlerinde yaşandığı sonradan ortaya çıktığında, yapılanlara isyan edenler arasında günümüzün devlet yöneticileri de vardı.

Benzer bir durum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) son kararı etrafındaki tartışmalarda da yaşanıyor. AİHM’nin önce bir dairesinde görüşülerek karara bağlanmış bir müdahalesinin yerel mahkeme tarafından tanınmaması, bu defa aynı mahkemenin büyük dairesinin devreye girmesine yol açtı. Mahkeme uzunca bir gerekçeyle Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılmasını karara bağladı.

Kararın anayasa açısından bağlayıcılığı var.

İktidar bu karara en yetkili ağızdan tepki veriyor. Mahkemenin kasıtlı davrandığı düşünülüyor. 

Oysa, iktidar, AİHM’nin devreye girmesine mahal vermeden çok daha önce bu konuyu suhuletle halletmeli, yargının işine karışma anlamına gelecek sözlü müdahalelerle Türkiye’de yargının bağımsız olmadığı tartışmasına imkan vermemeliydi. 

Bu kararla AİHM Türk yargısını suçlamış oldu. Kararın etkisi bir kişiyle kısıtlı kalmayacak, AİHM önünde bulunan veya önüne gelecek başka davalarla ilgili kararları da etkileyebilecektir. 

Ülkeyi zora sokan

‘Çıplak arama’ ve ‘Demirtaş davası’ ile siyasetin kuru gürültü alanına dönüşmesi ve seçim tarihinin erkene alınma ihtimali arasında ne ilişki var?

İlişki var. 

Böyle konulara serinkanlılıkla yaklaşılmadığı, hedefini doğru seçmemiş görüntüsü verildiği, her eleştiri ve karşı çıkış ‘beka sorunu’ olarak değerlendirildiği için, bir türlü normalleşemiyor Türkiye.

Geleceğe umutla bakılan, yaşanılabilir bir ülke olmaktan hızla uzaklaşıyor ülkemiz.

Kutsal değerler bile siyaset pazarına düşüyor ve ayaklar altına alınıp çiğnenebiliyor.

Anamuhalefetin, parti içinde yetkin durumda olanların partili veya partide çalışan kadınları taciz ettiği, örgütlerde tecavüz vakaları görüldüğü iddialarının üzerine yeterince güçlü biçimde gitmemesi, gittiyse bunu duyurma zafiyeti akıl alır gibi değil.

Daha akılsızcası ise, çoktan geride kalmış dini alanla ilgili tartışmaların anamuhalefete yakın çevreler tarafından günümüzde hortlatılmasıdır.

Bunların hepsi seçimlerin ha bugün ha yarın olacakmış gibi sürekli gündemde tutulmasından kaynaklanıyor.

Kendine çeki düzen vermek hep iktidarlardan beklenir, ama galiba önce muhalefet kapsamlı bir durum muhakemesi yapıp ülke için en doğru istikamette politik tavır belirlese iyi olacak.

Aksi halde bugün seçim olsa yarın kavga daha da büyüyecek.

Ülkenin ve insanımızın rahat nefes almaya ihtiyacı var.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —