Siyasi Partiler Çöplüğüne Dönüşen Bir Türkiye -2-

Şakir Diclehan Yazdı

Siyasi Partiler Çöplüğüne Dönüşen Bir Türkiye -2-

Bir önceki yazımızda Osmanlıdan günümüze dek ortaya çıkan ve süren siyasi partilerin oluşumlarını, felsefesini,  İttihat Terakki’yle başlayan kopyacılığını yazmıştık.

Politika hayatı, toplumun geleceğini yönlendirdiğine göre, çağın bu değerleri elbette ki yabana atılamaz. Ancak boğazına kadar politikaya gömülen ve onun dışında hiçbir meşguliyet alanı bırakmayan bir toplumda, özellikle Doğu ülkelerinde süreli olarak sonu hüsran ve kavgayla biten bir durum meydana getirmiştir.

          Türkiye’de partiler, siyasî ortamın normal akışı içinde, doğal bir şekilde doğmamışlardır hiçbir zaman. Olağanüstü şartlarda vücut bulmuşlardır daima. Bu nedenle, normal bir siyasî hayatın olağan organları ve kurumları olarak fonksiyonlarını icra edememiş ve birbirleriyle sürekli kavga ederek günüme kadar gelmiş ve varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Partiler arasındaki bu sürekli gerginlik ve yüksek tansiyon, siyasî hayatımızı zehirlemiş ve sonunda dönem dönem büyük çöküntülere neden olmuştur.

İttihat ve Terakki Partisi’nin içinden doğan, devletin kurucusu ve Kurtuluş Savaşı’nın yapıcısı olarak görmekten hiçbir zaman kurtaramamış Cumhuriyet Halk Partisi, hep rejimin sahibi, koruyucusu, kollayıcısı ve bekçisi şeklinde görmüştür kendisini… Bunu, kutsal ve doğal bir görev şeklinde ve mecburiyetinde farz etmiştir daima… Oysa gerçek bunun tam tersidir. Devleti kuran CHP değil, CHP’yi kuran devlettir.

İki dünya savaşı arasında doğan yeni rejimler tek partili bir düzen kurmuşlardır. Rusya’da Komünist parti, İtalya’da Faşist parti ve Almanya’da Nazi partisi gibi… Türkiye’de de devlet bu hava içerisinde bir parti kurmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında Parti, devlet kurumlarından biridir. Bir misal örnek vermek gerekirse, bir ilçede Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, Halk Evi ve CHP’nin başkanı, aynı kişidir ve bundan dolayı maaş almaktadır. Partinin kirasını da devlet ödemektedir.

Değişen dünya şartlarında ve gelişen olaylarla paralel olarak 1945’te, II. dünya savaşı bittiğinde ve çok partili düzene geçildiğinde, CHP’nin tarihe karışması ve yepyeni, birbirine eşit durumda partiler kurulması gerekirken, CHP içinden ve yine onun kontrolünde olması istenen bir parti doğurulmuş, böylece dışarıya, Demokrasi Cephesine kendisine katıldığımız mesajı verilmek istenmiştir.

Bu nedenle Demokrat Parti’nin bir “muvazaa” partisi olarak kurulduğu bilinmeyen bir sır değildir. Fakat halk, oyunu bozmuş, Demokrat Parti’yi CHP’nin boyunduruğu altında bir parti olarak değil, karşıtı bir parti olarak var olma durumuna getirmek istemiştir.

 Dışa karşı, o günkü şartlar içinde, “demokrasi oyunu” oynamamıza milletimiz razı olmamış, gerek II. Dünya Savaşı ve gerekse daha öncesinden gelen tarihî, sosyal ve ekonomik nedenlerle kendini CHP olarak ifade eden yönetimi iktidardan uzaklaştırmıştır.

1950’den sonra, iddia edildiği gibi gerçekten demokrasiye geçilmişse, CHP’nin büyük bir kurultay yapıp köklü bir özeleştiri ile yepyeni ve karşısındaki partileri eşit gören ve halka gelecek için projeler sunup oy isteyen bir parti haline gelmesi gerekirdi. Oysa bu özeleştiri, kendini yenileme ve yeniden doğma bugüne kadar CHP’nin hayatında mümkün olmamıştır.

Arada Ortanın Solu, Ecevit ve benzeri değişim görüntüleri yine partinin kendini yenilemesinden değil, ara rejimlerin zorlamalarından ibaret suni ve başarısızlıkla biten talihsiz çıkışlardır.

Buna karşılık, CHP’den doğan Demokrat Parti de, sağduyulu ve sakin bir parti gibi hareket edememiş, CHP gibi, o da kendi dışında partiler oluşmasına meydan vermemiş ve siyasi hayatımız o gün bugündür bitmez tükenmez bir kavganın içerisine yuvarlanmış ve bu kavga bugüne kadar hep sürmüş, bu nedenle ülke, ne yazık ki, on yıl arayla darbeler ve huzursuzluklar yaşamıştır.

 CHP-DP kötü modeli, daha sonraki on yıllar içinde CHP-AP, CHP-ANAP, CHP-RP, CHP-DYP ve nihayet CHP-AK Parti olarak bugüne gelmiştir. Öte yandan ne yazık ki bu on yıllar, 27 Mayıs, 12 Mart, 70’lı yılların anarşi ve terör devri, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi darbeler ve daha sonraki hareketler ise, huzursuzlukları ülkemize, dirilememe ve tarihteki büyük gücümüze erememe pahasına yaşatmıştır.

Siyaset biliminde, Anglosakson sistemini iki partili sistem, kara Avrupa sistemini ise çok partili sistem olarak adlandırmışlardır. Bizse, bu iki sistemden birini bilinçli bir şekilde seçmek yolunu izlememiş, kendi özgün sistemimizi oluşturamamış, sonunda ikili kavganın adeta geleneksel ve yapısal hale gelmesi yüzünden iki partili bir sistem görüntüsüne mahkûm duruma düşmüştür ülke…

Bir düşünürün ifadesiyle: “İngiltere ve Amerika’daki iki partili sistem tarihlerinin sonucudur ve yüzyıllardır böyledir. Bizde durum böyle değildir ve yetmiş yıllık bir kavga düzeninin sonucu gibi görünmektedir. İktidarıyla muhalefetiyle partilerin kendilerine bir çeki düzen verip halkımıza gelecek için gerçek umut kaynağı olacak çok partili bir düzene geçmemiz için gereken bütün adımları atmaları, bu büyük milletin kaderinin onların önüne getirdiği büyük ve kaçınılmaz bir alınyazısı görevidir.

Bunu yapabilmek için partiler ve hepimiz, kendimizi hesaba çekerek, kendi öz medeniyetimizden ne kadar uzaklaşmışız ve ne şekilde ona dönebiliriz gibi derin tarihî-sosyolojik tahliller yapmak zorundayız. Bilincimizi ve bilinçaltımızı yoklamalı ve yenilemeliyiz. Yani âdeta yeniden doğmalıyız.”

Siyaset adamlarımız, yeniden arka arkaya sürekli olarak gelmekte olan yeni nesillere örnek olacaklarını unutmuş bir şekilde, en ağır tarzda birbirini suçlamış, birbirilerine saldırmaktan uzak kalmamışlardır bugüne kadar. Kısacası, kötü örnek olmuşlar. Bu durumda gençler, siyasetin mutlaka bu üslupla yapılacağını sanmışlardır.

Cumhuriyet’ten günümüze dek hemen hemen tüm partiler, devlete yön vermek için iktidara gelmeye çalışmış, ancak iktidara geldiklerinde devlet onları kol ve kanatları arasına alarak devletleştirmiştir tüm siyasi partileri.

Siyaset, devlet adamlığı formasyonu ve fiili devlet adamlığı okuludur. Ufuklara bakmayan, geleceği hesaba katmayan, günü birlik hareket eden politikacılar, kaderin sevkiyle devlet üst yönetiminde görev almış olsalar bile “devlet adamı” sıfatını kazanamazlar hiçbir zaman…

 

Kaynak: Farklı Bakış