SİYASİ İLAHİYAT VE HUKUK

‘Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Carl Schmitt modern politik kurumların bunalımının kökeninde imkânsızlık ve zorunluluk arasındaki çatışmayı görüyordu” diyor.

SİYASİ İLAHİYAT VE HUKUK

Carl Schmitt 1930’larda Hitler’e verdiği destek ve Nazizm’le kurduğu bağlar nedeniyle aleyhindeki itibarsızlaştırma kampanyalarına rağmen günümüzün siyaset felsefesi tartışmalarında önemli bir yer tutuyor. Onun düşüncelerinin derinliğini, ağırlığını, bu düşüncelerin bugünün olay ve çatışmaları açısından güncelliğini inkâr etmek mümkün değil. Schmitt siyasi yelpazenin her iki tarafında da yeniden okunuyor, yorumlanıyor, ciddi biçimde ve uzun uzadıya tartışılıyor. Bunun bir nedeni düşüncesinin yanlış da olsa sağlam temeller üzerine inşa edilmiş olması. Dolayısıyla onunla hesaplaşabilmek bu sağlam temelleri sarsabilecek denli güçlü argümanlar geliştirmeyi gerektiriyor. Schmitt’in soldan okunması “sol Schmittçi”lik özellikle, onun demokratik düzen eleştirileri, bu eleştirilerin özündeki muhafazakâr düşünceler nedeniyle şaşırtıcı bulunuyor. Bu konuda şunu söyleyebiliriz: Sol düşünce yenilenir, dogmalardan arınır, bir zamanlar SSCB’nin resmi ideolojisi olarak benimsenmiş Marksizm ile hesaplaşırken farklı teorik kaynaklara yöneliyor. Söz konusu kaynaklar arasında Carl Schmitt de yer alıyor. (Alain Badiou’nun Aziz Pavlus’a, Agamben’in Assisili Francis’e olan yakın ilgilerini de bu bağlamda anabiliriz) 

Bu yazıda Schmitt’in sol yorumcularından olan İtalyan hukukçu ve düşünür Carlo Galli’nin Political Theology and Early Modernity başlıklı derlemede yer alan bir metninden ve Adam Sitze’nin bu metne giriş niteliğindeki yazısından yola çıkarak Schmitt’in Katolik Kilisesi’nin etkisini yitirmesi, ortaçağ Avrupa’sında istikrarın bozulması ve kutsal özden yoksun bir hukuk düzeninin egemen olması sürecine dair düşüncelerini özetlemeye çalışacağım. 

Galli’ye göre Carl Schmitt liberal demokratik düzenlerin bunalım içinde bulunduğunu tespit etmiş, soykütüksel (jeneolojik) bir analizle bu düzenlere ait kavram ve kurumların köklerine inmişti. O modern politik kurumların bunalımının kökeninde imkânsızlık ve zorunluluk arasındaki çatışmayı görüyordu. Schmitt’in yeni çağın belirleyici özelliği olarak nitelediği bu çatışmayı Galli trajisiti olarak kavramlaştırıyor. Trajisiti trajediden farklı bir anlama sahip. Trajik oyun anlamına gelmiyor. Tarihsel bir ıstırabın yoğunluğunu ifade eden bir sözcük değil. Teodiseye yakın bir anlam da taşımıyor. Galli, Schmitt’in bununla tarihsel zamanın ve sürekliliğin bozulmasına, zamansal bir kırılmaya dikkat çektiğini belirtiyor. Modernitenin bütün kurumlarında, bütün kuram ve pratiklerinde yara izi bırakan bu kopmayı adlandırmanın güçlüğünü vurguluyor. 

Galli’nin de vurguladığı üzere Schmitt temel düşüncelerini Avrupa’da politik kuramın ve kurumların derin bir kriz geçirdiği, belirsizliğe sürüklendiği dönemde geliştirmiş, krizin nedenlerini anlayabilmek için bundan etkilenen kurumların kökenine inmişti. Galli’ye göre Schmitt’in bu soykütüksel eleştirisini anti-modernist bir bakış açısından yapmıştı. (Daha sonra benzer bir yaklaşımı Reinhart Kosselleck benimseyecekti ) 

Schmitt Avrupa’daki katastrofik ortamın doğuşunda Roma Kilisesi’nin çözülmesini ve etkisini yitirmesini asli neden olarak tespit ediyordu. Bu tespite göre Kilise’nin etkisizleşmesi krizler, çatışmalar üzerine inşa edilen yeni bir düzen doğurmuştur. Daha doğru bir ifadeyle, krizin temelinde Roma Katolikliği’nin ortaçağ Avrupa’sına damgasını vuran, düzen kuran temsil biçiminin yok olması bulunmaktaydı. Kilise ortaçağlar boyunca birbirine karşıt olan öğeleri birarada tutmayı ve temsil etmeyi başarmıştı. Katolik Kilisesi’nin gücü bütün çatışkıları, çelişkileri birarada tutma, bunları kapsama ve kucaklama kapasitesinden geliyordu. Hayat ve ölüm, sonsuzluk ve zaman, yeryüzü ve öte dünya, Tanrı ve insan… Bütün bu karşıtlıkları kapsıyordu. Schmitt karşıtlıkları çatışmadan ve uzlaşmadan, birbiriyle kaynaşmadan birarada tutma kapasitesini ortaçağın Katolik düşünürü Nicholas de Cusa’dan aldığı ve karşıtların biraradalığı anlamına gelen complexio oppositorum kavramıyla açıklıyordu. Galli bunun diyalektik bir sentez olmadığını vurguluyor. 

Roma Kilisesi karşıtlıkları kapsama gücü ve temsil kapasitesi sayesinde ortaçağ Avrupası’nda istikrar sağlıyordu. Kilise’nin temsili temsil edilenin bir seçimi değildi. Temsil eden ile temsil edilen arasındaki ilişki sözleşmeden ya da seçimden doğmuyordu. Önceden kurulmuş bu ilişkiyi temsil edilen kabulleniyordu. Dinsel teolojik nitelikteki bu temsil politik bir düzen tesis etme gücüne da sahipti. Galli bunu morfojenetik  güç  olarak adlandırıyor. Görüldüğü üzere, Schmitt siyasi olanı Katolik Kilisesi üzerinden açıklamaya çalışıyor, siyasi egemenlik kavramını Katolik ilahiyata dayandırıyordu. Şunun altını çiziyordu: Katoliklik politik  bir öze sahipti, Roma Kilisesi  de politik bir kurum ve aynı zamanda hukuki bir şahsiyetti. Ne ki, modern çağda Protestanlığın da desteğiyle doğan yeni iktisadi düzen Avrupa’nın toplumsal ve politik düzenini bozdu. Kilise ve İsa’nın vekili Papa Avrupa düzeninin ve barışının ekseni olmaktan çıktılar. Politik iktidar ile ilahi iktidar arasındaki bağ koptu, bunlar birbirinden ayrıldılar. Söz konusu kopukluk Avrupa politik düşüncesinde ve düzeninde de çatışan güçlerin nasıl birarada tutabileceği, bunu gerçekleştirebilecek kurumların nasıl inşa edilebileceği, bir zamanlar Katolik Kilisesi’nin doldurduğu yeri hangi kurumun alacağı meselesini ciddi bir sorun olarak ortaya çıkardı.  

Devletin kişisel olmayan hukuku ile bu boşluk kapatılmaya, yeni bir düzen kurulmaya çalışıldı. Kanun önünde herkesin eşit olduğu” ilkesinde en özlü ve en net ifadesini bulan nesnel hukuk yürürlüğe konuldu. Şöyle özetleyelim: Modern Avrupa’nın yürürlükteki hukuku Katolik Kilisesi’nin temsil gücünü kaybetmesiyle, en üst katmanında İsa’nın yer aldığı hiyerarşik düzenin bozulmasıyla “morfojenetik güç”ün yerinden edilmesiyle doğdu. 

Hukuk pozitifleşti. Bir başka deyişle, kutsal özü olmayan bir hukuk doğdu. Modern çağ bunu gerektiriyordu; çünkü ekonomik çıkarlarını ön planda tutan hesaplamacı bir birey belirmişti. Yeni dönemin bütün kurumları gibi hukuk da indirgemeci bir yaklaşımla her şeyi bu bireyin çıkarlarına göre düzenledi. Devlet doğan boşluğu doldurmada sadece nesnel kanunların yeterli olamayacağını biliyordu. Morfojenetik iktidarın yerinde ve uygunlukla kullanılmasıyla kurulan düzenin yerine aynı etkinlikte yeni bir düzen inşasında yetersiz kalan nesnel hukuk araçsal akılla takviye  edildi. Schmitt’e göre kutsal içerekten yoksun modern devletin pozitif hukuku teknik ve iktisadi gelişmeye bağlı olarak doğduğundan nesnel mantık uyarınca ve rasyonel bir mekanizma olarak düzenlenmesi kaçınılmazdı. Ancak, böylesi bir düzenleme önemli bazı sorunları da beraberinde getirmişti. Bunların başında meşruiyet sorunu geliyordu. Gerçekten Schmitt, 1932’de yayımlanan Kanunilik ve Meşruiyet ‘de Weimar anayasasını çözümlemiş, genelde modern devlet kurumlarının ortaya çıkışını incelemiş ve hukuk devletinin meşruiyet zemininin çöktüğünü ileri sürmüştü. Schmitt’e göre modern devletin hukuk anlayışı yasama ve meşruiyeti birbirine karıştırıyordu. Hukuk basit bir formel sürece indirgenir ve pozitifleştirilirken egemen otorite sorunu ve bu otoritenin nasıl inşa edildiği sorusu cevapsız kalıyordu. 

Esasen anayasa hukukçusu olan Schmitt yirminci yüzyılda Avrupa’daki iki büyük savaşın ardından uluslararası hukuk alanında yapılan değişiklikleri, uluslararası yeni hukuki düzenlemeleri de eleştirdi. Özellikle Dünyanın Nomos’u başlıklı geç dönem çalışmasında yeni bir uluslararası hukuk teorisi geliştirdi, yeni kavramlar ortaya attı. 

Kaynaklar: 

Galli, Carlo, “Hamlet: Representation and the Concrete”,Political Theology and Early Modernism, ed.G. Hammill  and J.R.Lupton, University of Chicago Press, 2012, s.60-83 Kardeş, M.Ertan, Schmitt’le Birlikte Schmitt’e Karşı,İletişim Yayınları, 2015 

Sitze, Adam, “ A Note on Carlo Galli’s Reading of Carl Schmitt’s Hamlet or Hecuba “, Political Theology and Early Modernism, s.48-59