1967 yılında ABD Savunma Bakanı Robert S. McNamara’nın talebiyle, ABD’nin Vietnam Savaşı boyunca karar alma süreçlerini belirleyen belgeler toplanmaya başlanır. 47 cilt tutan Pentagon Belgeleri, 1971 yılında, savaşın en kızgın anında, New York Times tarafından yayınlanınca büyük bir gürültü kopar. Çünkü belgeler, savaş boyunca kamuoyunu kandırmak için sistematik ve yaygın olarak yalana başvurulduğunu ortaya çıkarır.
Yalan, iktidar mekanizmasının her kademesindedir. ‘Arama ve imha harekâtları’ ile ilgili verilen ceset sayıları düzmecedir. Hava kuvvetlerinin hasar tespit raporları gerçekleri çarpıtmaktadır. Performansları yazdıkları raporlara bağlı olan astların Washington’a bildirdikleri ‘ilerleme’ raporlarının savaş alanında olan bitenle ilgisi yoktur. Askeri ve sivil hemen her makam yoğun bir biçimde halkın gözünü boyamaya mesai harcamıştır. Pentagon Belgeleri ile halk kendisine söylenenden bambaşka bir saha gerçekliğinin olduğunu görür ve dumura uğrar.
Hannah Arendt, Siyasette Yalan* adlı çalışmasında, bu olay üzerinden siyaset ile yalan arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin tarihsel süreçte yaşadığı değişimi irdeler. Arendt, siyaset ile yalan arasında çok sıkı ve kurucu bir bağ olduğunu söyler; işe, siyasi eylemin doğasını yalan söyleme bağlamında değerlendirmekle başlar.
“Siyasi emellere ulaşmak için meşru araçlar olarak kullanılan gizlilik ve kandırma, yani kasıtlı sahtekârlık ve açık yalan, yazılı tarihin en başından itibaren yaşamımızda olmuştur… Doğruculuk hiçbir zaman siyasi erdemler arasında sayılmamış, yalanlarsa her zaman siyasi meselelerde kullanımı savunulabilir araçlar olarak görülmüştür.” (s. 12)
Hannah Arendt
“Gerçeklikten daha makul yalanlar”
Siyaset, bir eylem alanıdır. “Eylem, siyasetin ana malzemesidir.” İnsan eyleminin bir özelliği, her zaman yeni bir şey başlatmasıdır; bu, her şeyin sıfırdan başlayacağı veya yoktan var edileceği anlamına gelmez. İnsan, insan olarak bir eylemde bulunur ve “daha önce olmuş olan hiçbir şeyden beklenmeyecek … yeni bir şey” meydana getirir. Arendt, siyasete insanın bu kabiliyetini açığa çıkardığı için hayati değer biçer.
Ancak siyaset sadece eylem alanı değil, aynı zamanda hatırlama alanıdır da. Siyasetçiler, meydana getirdikleri yeni şeyin, kendi düşüncelerine uygun olarak kayıtlara geçmesini ve hatırlanmasını arzularlar. Dolayısıyla eylemlerinin istedikleri biçimde hatırlanmasını sağlayacak koşulları ve organları yaratmaya da yoğun çaba harcarlar. Tarih, bu meyanda, siyaset için olmazsa olmazdır; çünkü hem siyasetin hafızasını oluşturur ve hem de siyasetin geleceğini üzerine kurduğu zemin olarak iş görür.
Siyasetçinin eylemini belli bir hatırlama/hatırlanma çerçevesi içine alma gayesi, olgulara müdahale edilmesini kaçınılmaz kılar. Olguların gerçekliği, türlü vasıtalarla yalanlanabilir. Tarihçiler, açık seçik olguların bile hassas bir dokuya sahip olduğunu bilirler. Doku hassastır; çünkü şahsi yalanlarla delinebilir. Grup, ulus veya sınıfların örgütlü yalanlarıyla paçavraya çevrilebilir. Başka bir sürü yalanla halının altına itilebilir, çarpıtılabilir, inkâr edilebilir veya tamamen unutulmaya terk edilebilir.
Hülasa olgular kırılgandır ve bu kırılganlık da siyasetçilere büyük bir olanak sağlar. Eğer olgusal ifade su götürmez bir gerçekliğe sahip olacak denli sağlam değilse, o vakit siyasetçilerin halkı kandırmak için, bir olguyu kendi taleplerine uygun olarak yeniden kurmaları mümkün olabilir. Yalancı, olguyu kendi mantığına uydurabilir ve kitleyi ya da en azından kitlenin bir kısmını olgunun kendisinin sunduğu gibi gerçekleştiğine ikna edebilir.
“Yalanlar çoğu zaman gerçeklikten çok daha makul, akla çok daha yatkındır, çünkü yalancı, izleyenin ne duymak istediğini ya da nasıl bir beklenti içinde olduğunu bilmenin sağladığı büyük bir avantaja sahiptir. Yalancı, toplumun tüketimine sunacağı hikâyesini hazırlarken, hikâyesinin inandırıcı olmasına özellikle dikkat etmiştir. Oysa gerçekliğin bizi hiç ummadığımız şeylerle karşılaştırmak gibi rahatsız edici bir alışkanlığı vardır ve biz her seferinde buna hazırlıksız yakalanırız.” (s. 15)
“Karman çorman hedefler”
Arendt, tarih boyunca geliştirilen yalan sanatına günümüz dünyasında iki yeni çeşidin daha eklendiğini belirtir: Birincisi, hükümette çalışan ve reklamcıların yaratıcılıklarından ilham alan halkla ilişkiler uzmanlarıdır. Yaratıcılıklarının hudut tanımadığını ve diledikleri fikri kitlelere satabileceklerini düşünen bu halkla ilişkiler uzmanları, siyasete bir yarısı ‘imaj yaratma’ ve diğer yarısı da ‘insanları bu imajlara inandırma’ olan bir sanat olarak bakarlar.
Lakin Vietnam Savaşı, onlar için tam bir soğuk duş etkisi yapar. Belli bir tip sabunu ya da şampuanı almak için manipüle edilebilen insanların, mevzu siyasi kanaatler ve ideolojiler olduğunda o kadar da kolay yola gelmediklerini keşfetmeleri, ayaklarının bir nebze yere basmasına neden olur. Halk bütünüyle manipüle edilemez ama etrafını çeviren danışmanlar ordusundan ötürü ABD Başkanı’nın “yüzde yüz manipülasyon için ideal mağdur olabilecek yegâne kişi” olduğu söylenebilir.
Yalan sanatının ikinci yeni çeşidi ise, hükümete üniversitelerden ve çeşitli düşünce kuruluşlarından getirilen, yüksek donanımlı ve bu nedenle kendilerini her sorunu çözmeye muktedir gören insanlar tarafından üretilir. “Sorun-çözücüler” olarak adlandırılan bu kişiler, kendi kararlarından neredeyse hiç kuşku duymayacak kadar muazzam bir özgüvene sahiptirler. Kendilerini sadece geleceğin değil geçmişin de efendisi olarak görmeye meyyaldirler; her duruma uygun hedefleri, her hedefe göre hazır senaryoları bulunur ve bu senaryoları gerçekleştirmek için bazı gerçekleri görmezden gelmek, değiştirmek veya çarpıtmaktan sakınmazlar.
ABD’nin Vietnam’da hata yaptığı, hesaplarının yanlış çıktığı veya yanılgıya düştüğü söylenemez. Pentagon Belgeleri, hükümetin gerçekleri gizlediği, sahtekârlık yaptığı ve kasıtlı yalan söylediğini gözler önüne serer. Dikkat çekici husus, bütün bunların dıştaki düşmana yönelik olmaktan ziyade içteki vatandaşın tüketimi ve Kongre üyelerinin kandırılması için üretilmiş olmasıdır.
Yalan olduğu bilindiği halde sürekli tatbik edilmeyecek kararlar alınır ve hedefler değiştirilir. Kamuoyuna önce “Güney Vietnam halkının kendi geleceğini tayin etme hakkını güvence altına almak, komünist komployu bozmak ve Çin’i kontrol etmek” gibi hedefler gösterilir. Kesin zafere ulaşılmayacağı anlaşılınca, 1965’ten sonra hedef “düşmanı savaşı kazanamayacağına ikna etmek” olarak değiştirilir. Düşman ikna olmayınca “küçük düşürücü bir yenilgiden sakınmak” yeni bir hedef olarak belirir. Akabinde de “ABD’nin dost bir ülke için ve taahhütlerini gerçekleştirmek uğruna neler yapabileceğini dünyaya gösterme” hedefi halka sunulur.
“Tüm bu hedefler karman çorman ortada duruyordu; üstelik hiçbirinin kendisinden öncekileri iptal etmek yetkisi de yoktu. Her biri farklı bir ‘seyirci kitlesine’ hitap ediyordu, bu yüzden de her biri için farklı bir senaryo üretilmeliydi.” (s.25)
Savaş kaybeden ilk ABD başkanı olma korkusu”
Savaş ilerledikçe “dünyanın en büyük gücü gibi davranmak” diğer bütün hedef ve teorileri arka plan iter ve tek kalıcı hedef haline gelir. Sorun-çözücüler mütemadiyen yeni senaryolar hazırlayarak hedefledikleri seyirci kitlesinin düşünme şekillerini kendilerine yakınlaştırmaya çalışırlar. Ama seyirci kitlesini yanlış değerlendirdikleri ve hafife aldıkları için savaş felakete dönüşür.
Derin bir tenakuz vardır davranışlarında: Halka askeri bir dille seslenilirken, askeri meselelere siyaset ve halkla ilişkiler perspektifiyle karar verilir. Siyasetten kasıt bir sonraki başkanlık seçimi, halkla ilişkilerden kasıt ise ABD’nin dünyadaki imajıdır. Kararlar bu kaygıyla alınınca, gerçek riskleri değerlendirmekten çok “kötü sonuçların etkilerini azaltacak teknikler” üzerine kafa yorulur ve bu da nihayetinde karar vericileri gerçeklerden uzaklaştırır.
Gerçeği aktaran bir tek istihbarat elemanlarıdır; çünkü onlar hem iktidar koridorlarında dolanan sorun-çözücülerden uzakta olmak gibi bir avantaja sahiptirler hem de onların halkı ikna etmek gibi bir dertleri yoktur. Yıllarca sahadaki gerçekliğe sadık kalırlar ve savaşa gerekçe olarak sunulan tehlikelerin aslında olmadığını başkente bildirirler. Ancak onların gönderdikleri bilgiler, bölgenin coğrafyası ve tarihi hakkında mutlak bir cehaletle malul karar vericiler tarafından hafızadan silinmeye çalışılır.
Peki, bütün bunlar nasıl yapılabilir? Üstün mesleki yeteneklerle teçhiz edilmiş uzmanlar, nasıl olur da bu kadar çok yalana bulaşırlar? Arendt, birkaç neden sırlar: İlki, kendi-kendini kandırmadır. Bir yalancı, ne kadar başarılıysa ve ne kadar çok insanı ikna ederse, sonunda onun kendi yalanına inanma ihtimali artar. Keza hükümetteki “savaş kaybeden ilk ABD Başkanı olma korkusu” ve bir sonraki seçimle alakalı bitmez tükenmez kaygılar da, bürokrasideki gerçeği örtme ve kendi yalanına inanma eğilimini güçlendirir.
“Gizliliğin ve kandırmanın her zaman önemli bir rol oynadığı siyaset alanında kendini-kandırma en önemli tehlikedir; çünkü kendini-kandıran kandırıcı, sadece onu izleyenlerle değil, gerçek dünyayla da tüm irtibatını kaybeder, fakat gerçek dünya nihayetinde onu yakalayacaktır, zira zihnen ondan kaçınsa da bedenen kaçınamaz.” (s.49)
İkincisi, en büyük gücün bile sınırlı bir güç olduğunu anlamamakta diretmektir. İktidarın kamuoyu direncini diri tutmak için sıklıkla başvurduğu “dünyanın en büyük gücü” sloganının altında, ABD’nin her şeye kadir olduğu miti yatar. Oysa iktidar adına senaryo yazıp hesap yapanlar, ABD için bile halkın dayanabileceği bir psikolojik ve mali sınırın olduğunu göz ardı ederler.
Üçüncüsü, sorunun keskin bir şekilde ideolojikleştirilmesidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra anti-komünizm ABD’de büyük bir güç kazanır. Geniş kapsamlı bir ideoloji olan anti-komünizmin bürokratik makamları istilası hızlandıkça, olgulara daha çok göz kapatılır, gerçekler daha çok kasten görülmemeye ve duyulmamaya başlanır.
“Hiçbir olguya, hiçbir bilgiye ihtiyaçları yoktu; onların ‘teori’si vardı ve bu teoriye uymayan tüm veriler ya inkâr ediliyor ya da görmezden geliniyordu.” (s. 53)
“Yalan, gerçekliğe yenik düşer”
Siyasette Yalan, hem siyasetçiler hem de entelektüeller için birçok ders içerir. Üç tanesinin altı çizilebilir:
İlk ders, siyasi faaliyetlerde yalanın, kandırmanın ve gizliliğin yoğun bir şekilde kullanıldığı ortada olduğuna göre, hemen hemen tartışmasız bir şekilde kabul edilen “devletlerin sırları olmalı” kabulüne çok ihtiyatla yaklaşılması gereğidir. Zira gizlilik kararlarında doz aşımı, halkın ve halkın temsilcilerinin bir konuda fikir sahibi olmak ve karar vermek için gerekli olan bilgilere erişimini engeller. Hatta halk ve temsilcileri bir yana, aşırı sırlı hal bazen en üst makamdakilerin bile gerçeklerden haberdar olmalarına set çekebilir. Bu da doğrudan demokrasiyi tehdit eder.
İkincisi, iktidarın halkı kandırmak için elindeki tüm kaynakları seferber ettiği bir atmosferde, özgür bir basının gerçeklere ışık tutulabilmesinde muazzam bir rol oynadığıdır. Sağlam ve güçlü bir basın, gerçeklerle insanlar arasında kurulan bariyerleri yıkabilecek en güçlü araçtır.
“Sıklıkla ileri sürülen bir görüş artık yerleşmiş durumda: Özgür olduğu ve yozlaşmadığı sürece basın, fevkalade önemli bir işlevi yerine getirir, bu nedenle demokrasinin dördüncü organı olarak adlandırılması doğrudur.” (s. 60)
Keza özgürlüğü savunan bir kamuoyu da, gerçeklerin en değerli yardımcılarından biridir. Arendt, özgürlüklerinin kısıtlanmasındansa hapishaneye girmeyi göze alan ve sinmemek konusunda direten insanların varlığını, gelecek için umutlu olmamızı sağlayacak dayanaklar olarak niteler. Pentagon Belgeleri’nin açığa çıkmasını, kamuoyunda bu belgelerin hararetli bir şekilde tartışılmasını ve iktidarın sorgulanmaya başlanmasını, ABD için bir kazanç sayar.
“Bu çalışmanın çok kısa bir an için olsa bile, ülkeye dünyadaki itibarını kazandırdığı kesin. Gerçekten de başka bir yerde bunun olabilmesi pek mümkün değildi. Adaletsiz bir savaşa bulaşıp zarar görmüş tüm bu insanlar, sanki bir anda, atalarına borçlu oldukları ‘insanların fikirlerine gereğince saygı duymayı’ hatırladılar.” (s. 60)
Üçüncüsü de, gerçeklerin er geç gün yüzüne çıkmasıdır. Halka ilişkiler uzmanları, ulusal güvenlik danışmanları, sorun-çözücüler ve iktidarın bütün memurları, halkın aklına girmek ve onları manipüle etmek için ellerinden gelen bütün uğraşı verseler de, bunda mutlak bir başarıya ulaşamazlar. Yalan, eninde sonunda gerçekliğe yenik düşer.
“Gerçekliğin ikamesi yoktur; deneyimli bir yalancının ortaya koyacağı yalan ne denli geniş çaplı olursa olsun, bilgisayarların yardımına başvurulmuş olunsa dahi, olgusal gerçekliğin boyutlarına ulaşamayacaktır. Yalancı yalanlarının kaçından ayrı ayrı yakayı sıyırırsa sıyırsın, prensipte yalancılık etmiş olmaktan yakayı sıyıramadığını görecektir. Totaliter denemelerden ve totaliter hükümdarların yalanın gücüne duydukları korkunç güvenden (mesela geçmişi bugünün ‘siyasi çizgisine’ uyarlamak için tarihi sürekli yeniden yazabileceklerine ya da kendi ideolojilerine uymayan bilgileri saf dışı edebileceklerine olan inançlarından) çıkarılabilecek derslerden biri de budur.” (s. 15)
İktidarın özgürlüğü ve bilgiye erişimi baskılama gücüne bağlı olarak, bir olgu halkın gözünden saklanabilir veya farklı bir formda sunulabilir. Yalanın olanakları genişleyebilir, teknikleri daha ikna edici bir boyut kazanabilir ve hatta siyaset bir bütün olarak bir yalanın emrine amade kılınmış da olabilir. Ama yalanın sistematiği ne denli gelişmiş olursa olsun, bir olguyu tamamen insanların zihninden çıkarmak mümkün olmaz.
“Bu isteğin mevcut olduğu yerlerde bile (Hitler ve Stalin örneklerinde olduğu gibi) istenenin gerçekleştirilebilmesi için neredeyse her şeye kadir bir güce sahip olunması gerekir. Troçki’nin Rus devrim tarihindeki rolünü tarihten silmek için onu öldürmek veya ismini Rus kayıtlarından çıkarmak yetmez; bunun için Troçki’nin bütün çağdaşlarını öldürmek ve dünyanın tüm ülkelerindeki arşiv ve kütüphaneler üzerinde hâkimiyet kurmak gerekir.” (s. 22)
Velhasıl yalancının mumu ilelebet yanmaya devam etmez, yatsı elbet gelir.
Ve çok şükür ki öyle olur…
* Hannah Arendt, Siyasette Yalan, çeviri: İmge Oranlı-Berfu Şeker, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2016.
Kaynak: perspektif.olnline