Mustafa Okur yazdı;
Nezaket, kişinin başkalarına karşı incelikli ve saygılı davranmaya dayanan incelik ve naziklik olarak bilinen iyi bir haslet olup, işin durumuna ve ilişki biçimine bağlı olarak bir takım kuralları olan bir kavrama da denk gelirdi…
Mecazi anlamda ise, yukarıda belirtmeye çalıştığımız durumlardan mütevellit, ‘bir durum ya da iş için dikkatli, özenli davranmayı gerektirme, önemli olmayı içermektedir.
Tarih boyunca, ‘bardağın hep dolu tarafına bakma’ niyeti ile birlikte düşünüldüğünde, belli, saf ve temiz bir fıtrat üzere yaratılan insanın, önce yaratıcısına vermiş olduğu sözü unutması, hatta savsaklaması sonucunda, yaratılışına halel getirdiği bilinen bir gerçekti…
‘Bir iyi, bir kötü’ kabilinden, inişli, çıkışlı bir seviyeye sahip olmuş bulunan insan-kendi; insan-Allah(c); insan-toplum ilişkilerinde, çok mu çok iyi ve güzel durumlar var olsa da, büyük oranda nezaket olgusunun iyice idrak edilememesi sonucu ‘naziklik’ maalesef berhava edile gelmiştir.
Bu berhava ediş, insan-Allah© ilişkisi kendine özgü ontolojiyi yıkıma uğratınca, fertten, aileye, topluma ve oradan da, ‘yönetişim’i de içererek kamusal alanı işgal etmiş ve teslim almış bulunmaktadır.
Bu sakil durumdan kurtulmak elbette mümkün… Ama bu nasıl olacak? Hangi yol ve yöntemle bu sakil durum bertaraf edilebilir?
Giderek ‘tekil’ olarak fertten, hareketle siyasetten kamu’ya kadar tırmanarak, adeta ısırgan otu misali çeperi, duvarı işgal edip, onu kendi ürettiği asitle(ifsat) yıkıma uğratan bu sorunla(yani nezaketsizlik) karşı karşıyayız…
Yukarıda, yönetişim olgusundan bahsetmiştik. Yani, ne yönetme anlamında ve ne de yönetilme anlamında, salt bir tarafı öne çıkarmayan, aksine, her iki tarafında etkin bir şekilde işin içerisinde olduğu, belli ki gelinen süreç, oluşan yeni bilinç, artan ve çeşitlenen ihtiyaçlar vb. zümresinden sadır olan yeni bir yönetim olgusu gerçeği ile karşı karşıyayız.
Bu karşı karşıya oluşumuza, ülkemizden de örnek verilebileceği üzere, Latin Amerika’dan, Ortadoğu’ya, oradan da Lübnan, İran ve Irak’a sıcağı sıcağına dalış yaptığımızda, geçmiş dönemlerden farklı olarak, insanların ikincil kimliklerle değil, bizzat birincil kimlikleri ile giderek, tek taraflı bir yönetilmeden ziyade, yönetişim olgusuna uygun bir şekilde, yönetilmek ve elden edilen maddi imkanlardan pay almak istediklerine şahit oluyorduk.
Aslında temeli insanın derununda bulunan, ama yönetim erki tarafından törpülendiği bilinen, belli bir makulat içerisinde kendi yöneticisinden hesap sorma anlamına gelecek olan yönetişim olgusunun, kamunun en üst noktasından, alta doğru gidebildiği en son noktaya kadar irtifa kaybetmesi ve aşınması, bir açıdan, yönetimden salt tahakkümü anlayan seçkinlerin, birçok kavram ve yaşamsal olgunun zayıflaması demek olan nazikliğin yitirilmesi sonunu işlevsiz kaldığını, bırakıldığı söylenebilirdi.
Bu incelik tarihi süreçte kaybolmaya yüz tutunca, ona karşıtlık bağlamında Doğu^da ve Batı’da, yönetici sınıftan halk- hatta avam- katmanlarına doğru kaydırılan ve adına ‘Nasihatler ve Siyasetnameler’ denilen koca, koskoca, ama yönetişimi ve nezaketi, nazikliği berhava eden yıkıcı bir literatür oluşmuştu. Ör. Bizde en meşhurlarından Maverdi’nin ‘ahkamu’s-Sultaniye vb.; Batı’da ,ise, Makyavel’den hareketle adeta, pasifist bir eylem biçimine denk gelecek olan Makyevelizm olgusu bu alanda zikredilebilirdi.
Şimdi ise, yani dijitalizm çağında, bu tür eserlere ihtiyaç duyulsa dahi, modern yöneticinin, bunların ortaya koyduğu etkileri hiç mi hiç aratmayacak araçları, yolları, yöntemleri ve bir açıdan bunların toplamı sayılabilecek algı olgusu ve bunlara mekan olarak ev sahipliği yapan farklı bir dünya söz konusu idi…
Saymaya çalıştığımız bu tür olguların, modern zamanda, içerik olarak zenginleşen alet ve edevatın, mutlak bir otoriterliğe hizmet bağlamında, yöneticilerin –maalesef- büyük bölümünün, birazda bulundukları, işgal ettikleri makamların ‘onların hayatına katığı varsayılan’ resmi kolaylığın da cazibesine kapılmaları sonucu, yönetimde az da olsa kabalaştıkları, nazikliği ve nezaketi elden bıraktıkları görülecektir.
Böylesi bir durumun, arizî olmasına rağmen, kalıcılaşmaması için, modern yönetim formları içerisinde, hemen hepsi devletler bazında reforme edilerek anayasal hale getirilmeye çalışılan personel yasalarının –bir zamanlar bizdeki 657 konusu- zamanla, total ya da lokal olarak anlayışların değişmesi, dilin ve mantığın farklılaşmasına binaen, işin temelinde bir aşınmanın var olduğu gerçeği, büyük oranda, bölgesel baza büyük kırılmalarla ya da liderlik bazında ortaya çıkan, ama hem kendi özneliğinin eseri olmakla birlikte, ‘akıntıya kürek’ kabilinden, yerine göre Atlantik’ten, yerine göre de bizde gözlemlendiği üzere ya Çin, ya da Rusya saikiyle esen rüzgarlara bağlı olarak şekil alması, yönetişim olgusunun, daha doğum esnasında boğulması, ona hayat hakkı tanınmamasına sebep olduğu akıldan vareste olmadığını bizlere öğretmesi önemliydi.
İlk Basamak: Siyaset…
Parlamenter sistem içerisinde Yönetimin belki de, temelini oluşturan –bizde şimdilik yok- ilk ve toplum ayağını oluşturan yasama ile iç içe bir niteliği bulunan siyaset olgusu üzeriden, olaya baktığımızda, iktidar partisinde de örneği görülebilecek sakil durumların, şimdi de olduğu üzere, özellikle de CHP’nin kültürel kodlarını da ele verecek vasıfta bulunan, ‘yapıcılık, kuşatıcılık ve kucaklayıcılık’ adı altında, yerine göre iktidarı eleştirmesinin yanında, birde, kendine has ontolojisinden hareketle halkı, daha açıkçası kendisine oy çıkmayacağını bildiği bu ülkenin İslami kimliğe sahip çoğunluğun karşı kullandı dil, aynı zamanda tavırlarının da belirlemekteydi.
Bu konuda, yaralı bilinç sahibi biz Müslümanların, bilinçaltında ve bilinç üstünde sayılamayacak kadar bolca örnek bulunmaktadır
En belirgini, önemlisi ve tarihi olanı, Kemalist devrimler, kendi bağlamlarında, Müslüman topluma karşı sistematik olarak sergilenmiş türüne özgü nezaketsizlik örnekleri idi.
Daha sonraki dönemden bugüne dek gerek parti kurumsallığı açısından, gerek ‘yetkili, yetkisiz’ partililerin adeta ‘Biz Kemalizm’e karşı bir yanlış gördüğümüzde, kendi inisiyatif alır ve müdahil oluruz’ meyanında bir zihinsel iş görme düşüncesini eyleme dökme durumu, son dönemde, 10 Kasım törenleri bahanesiyle birçok okulda ve adeta sözleşmişçesine öğrencilerin M. Kemal’e karşı ibadet kastı düşünülerek tazim törenleri en belirgin örnek olarak verilebilirdi. Bu da başlı başına topluma karşı siyaseten nezaketsizlik idi…
Akla gelen tekil bir örnek; birkaç yıl önce CHP Milletvekili sıfatıyla Önder Sav’ın, kendisine hacca gitmek istediği için yardım edilmesi talep eden, yaşlı bir seçmene, onun şahsında Hz. Muhammed(s)’karşı olumsuz ifadeleri, hem o CHP’li seçmene, Müslüman topluma ve bizzat Müslümanların tek ve biricik önderine karşı saygısızlık ve nezaketsizlik örneği olarak tarihsel hafızadaki yerini alacaktı.
Halbuki, böyle davranan yetkili kişilerin derhal parti ile ilişliği kesilmeli idi ve bu nezaketsizliğin hesabı, popülizm adına değil de, elde kalması gereken değerler adına, anında sorulmalıydı. Sorulmadığı zaman, yapılan ve yapıla gelen nezaketsizlik, partiye ne kadar mal olurdu, o ayrı bir konu ama bagajında nice urlarla dolu odlunun bir göstergesi olacaktı.
Böylesi bir durum, yapıldığında toplumu rahatsız eden herhangi bir yolsuzluk kadar önemliydi aslında…
Bu, halka karşı nezaketsizlik örneği, eskiden zaman zaman, laik statükoya karşı kendini şirin gösterme çabaların içerisine girmeye çalışan ve oradan liyakat nişanesi almayı düşünen ve bu uğurda kırmadığı pot, yemediği nane kalmayan sağ siyasetçilerinde, Kemalizm üzeriden laik kitleye karşı başvurdukları bir nevi popülizmle iştigal etmeleri de, bit yandan statükoya ‘asla’ yaranamamayı, beri yanda esas kitle rolünde bulunan Müslüman çoğunluğa karşı isenmiş katmerli nezaketsizlik olarak anılmayı hak etmekteydi. Tek parti döneminden itibaren siyasi arenada kendine yer bulan nezaketsizlik olgusu, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi, Kemalizm üzerinden laik statükoya karşı müdahane(yağcılık) hali, bir açıdan da Müslüman kitleye karşı komple bir nezaketsizlikti. Hem, bu koca kitleden besleneceksiniz, hem de kalkıp onun can düşmanına yağ çekecek ve nezaketsizlik örneği sergileyecektiniz, Bu olsa olsa, sağcı, milliyetçi siyasi yapıların politbürolarının inanç bağlamında deizm’e kaymış olduklarına delalet ederdi. Bu aynı zamanda liberal politikalar izleyen Batıcı siyasi yapılar içinde düşünülebilirdi. Bunu da bir yere not etmek gerekir.
Bir nezaketsizlik örneği de, AK Parti ağzıyla kuş tutsa dahi, ‘onun hiçbir iyiliği varit olmamıştır’ kabilinden bazı partilerin/partinin her halukarda, on karşı salvo yapması da, iktidara gelememenin esas müsebbibinin AK Parti olduğunu düşünüp onu adeta şeytanlaştırma girişimi de nazikliğe aykırı düşerdi. Halbuki, bozuk bir saat dahi, gün içerisinde en azından bir kez de olsa doğruyu gösterirdi. Kaldı ki AK Parti’nin hiç mi doğrusu yoktu? İnsafı elden bırakmamak ve nazik olmak gerekirdi.
Gelelim devr-i Ak Parti’ye…
Kendini siyaset sahnesine dahil ettiğinde, hangi ideolojik zemin üzerinde bir anda olsa dahi, durduğuna bakmadan, AK Parti’nin, eski Türkiye’nin, ideolojik durumlarından hareketle siyaset zeminine taşıdıkları tortulara karşı topyekun mücadele çağrısı halta karşılık bulmuş, bu durum onu tek başına iktidara taşımıştı.
Şahıs merkezli değil, istişareye ve ortak akla dayandığı üzerine basa basa vurgulanan söylemler, kısa bir zaman içerisinde anlam kazanmış, ete kemiğe bürünmüş ve bir skala oluşmuştu.
Hakkını yememek gerek, AK Parti bu ülkenin sahil-i selamet’e demirlemesi ve aynı zamanda kendi sularında nitelikli olarak ilerlemesi için, ‘olmaz’ denilen birçok şeyi oldurdu; ‘yapılmaz, hatta yapılamaz’ denilen yığınlarca işi yaptı çattı. Ne ile kendinde bulunan ehliyet ile liyakati birleştirerek ve buna nezaketi de en iyi şekilde eklemleyerek. Ana ne zaman ki, 12 Eylül referandumunda halk kitleleri büyük oranda ‘evet’ oyu verdi, işte ondan alınan güç ve yine kendisinin büyütüp –farkında olsun,ya da olmasın- azmanlaştırdığı bilinen FETÖ’nün saldırganlığı ile birtakım karşı güçlerin oyun bozarlığa soyunmasın da itkisiyle belirgin bir otoriterlik başlamıştı.
İşte, bu otoriterlikten kaynaklanan, temeli böyle bir zemine dayanan, bakanından, müsteşarına, oradan valisine ve herhangi bir amirine kadar zincirleme bir şekilde cereyan ediş biçimiyle medyaya yansıyan irili, ufaklı birçok ‘”idari” vasıflı ‘had bildirme’ söylem ve eylemleri, sanıldığı gibi, bal gibi modern saiklerle elde edilen ve yerine göre de geleneğe refere edilen bir öze sahipti.
Yerine göre memuru azarlama,yerine göre gazeteciyi terörle özdeş kılma, ekonomik kriz dönemlerinde iflas edebileceğinin muhabbetini yapan esnafı, ‘işin insicamını bozuyor’ diye, adeta ona ve birçok kişiye yönelik, ‘iflas ediyorum diyenler haindir’ türü ifadeler, Kanal İstanbul örneğinde olduğu üzere, halkın, toplumun çıkarının zedelendiği kastıyla referandumu dile getirmesi dahi suç olgusu içerisinde bir yerlere oturtulmakta, ortak alıl yerine, parlamenterizmi gereksiz görüp, parlamentoyu yok sayan, haliyle demokratik iştişare kültürünü tehlikeli bulan otoriter bir anlayış, nazikliği de ‘nazikçe’ yok etmekteydi.