Çok partili yaşama geçtiğimizden bu yana siyasi partilerimizin yaşadığı değişim dönüşümleri incelediğimizde belirli aralıklarla siyasetin bir şekilde formatlamaya maruz bırakıldığını üzülerek görüyoruz.
Ne demek formatlama?
Partilerin lider kadro ve ideolojisini tanımlayan iç yapısının, diğer partilerle ilişkilerinin ve ülke genelinde etki düzeyinin dışarıdan müdahaleyle biçimlendirilmesinden bahsediyoruz.
Kim yapıyor peki bu formatlamayı?
Siyaset, sermaye ve medya gücünü elinde bulunduran küresel egemenlerin tayin ettiği görevliler desek yeterli olur sanıyorum.
Zira maşa olarak kimin kullanıldığının çok büyük bir önemi olmuyor. Öyle ki, kullanılan kişi ya da grupların bundan haberdar olmamaları bile mümkün.
28 Şubat postmodern darbe sürecinde dönemin başbakanı Erbakan Hoca’nın karşısında sözümona kendisini rejimin bekçisi sanan ve ülkeyi irtica tehdidinden kurtardığını zanneden asker ya da sivil kişilerin bugün Erbakan Hoca’nın milli-vatansever duruşunun farkına varıp nasıl nedamet/pişmanlık getirdiğine ziyadesiyle şahit oluyoruz.
Ne var ki, her ne kadar zararın neresinden dönülse kâr olsa da, pişmanlık için oldukça geç kalındı. Erbakan Hoca’nın partisi önce kapatıldı, sonra hareket ikiye hatta üçe ayrıldı.
Bu aşamada Türkiye, 3 Kasım 2002 seçimleriyle yeni bir siyaset formatlamasına şahit oldu. TBMM’de sandalyesi bulunan partiler değişti, siyasetin öne çıkan tecrübeli siyasetçileri Meclis dışında kaldı.
Bir örnek verirsek nasıl bir formatlamadan bahsettiğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Şayet seçimlerden kısa bir süre önce Genç Parti kurulmasaydı veya 3 Kasım seçimlerine giremeseydi kıl payı baraj altında kalan DYP, MHP gibi partiler de Meclis’te temsil edilmiş olacaktı. Bunun anlamı AK Parti’nin tek başına iktidar olamamasıydı. Dolayısıyla belki bugün çok daha farklı bir siyasal manzaradan bahsediyor olacaktık.
Yine çok kuvvetli bir örnek verecek olursak; Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılmasına destek veren CHP, aynı zamanda Erbakan Hoca’nın da siyasi yasağını kaldırmayı şart koşsaydı Erbakan Hoca da en azından bağımsız olarak Meclis’e girecek ve muhtemelen Saadet Partisi kısa sürede AK Parti’yi kontrol edebilen bir güce kavuşacaktı.
En azından bugün şikâyet ettiğimiz AB uyum yasalarından, Irak işgaline verilen destekten bahsetmiyor olacaktık belki de.
Olan oldu, yaşanması gerekenler yaşandı diyoruz elbette.
Ancak bunlardan da yeterli ibreti almak gerekiyor. Aksi takdirde aynı delikten ısırılmaya devam edilmiş oluyor.
Siyasetçilerimizin bu formatlamaya maruz kalmamaları için önce bir defa kendilerinin de formatlamadan istifade etmemeleri gerekir.
Dün yapılan formatlama sayesinde iktidara gelen bir partinin bugün formatlamadan şikâyet etmesi yerli-milli duruşundan değil filmin sonunu bilmesinden kaynaklanır zira.
Amerikan Dışişleri Bakanı ve diğer yetkililer 28 Şubat sürecinde Erbakan Hoca’yı iktidardan düşürmek ve etkisizleştirmek için plan yaparken “Erbakan Hoca’ya karşı Abdullah Gül’ü, Tayyip Erdoğan’ı desteklemek lazım” sözleri hâlâ kulaklarımızda çınlıyor.
Irkçı emperyalizm güdümündeki Amerikalı yetkililerin Türkiye siyasetini şekillendirme girişimleri sır bir durum değil elbette.
Önemli olan, siyasetçilerin bu girişimlere her zaman ve zeminde karşı çıkmalarıdır.
Yoksa “men dakka dukka” hesabı sizin de kapınızı çalar birileri.
Amerika’nın bir başkan adayından şikâyet ederken diğerine güzelleme yapan siyasi aklın çapsızlığını görmek lazım.
Eğer siyasetçilerimiz “ne yapalım Amerika süper devlet, ona gücümüz yetmez ki” diye konumlanırsa güzel ülkemizin siyaseti de Oval Ofis’ten formatlanmaya devam eder elbette.
70 yıllık çok partili yaşamımızda Meclis kürsüsünden “Bana ne Amerika’dan” diye haykıran tek lider olan Erbakan Hoca’yı bu vesileyle rahmetle anıyorum.