Tarih: 12.02.2022 00:44

Siyasal Bilinç Zaafiyetinin Sonuçlarına Dair…

Facebook Twitter Linked-in

Türkiye’de, hayatın bütününe vaziyet etmesi bakımından siyasal/politik alan ayrıcalıklıdır. Oranın ufku ve perspektifi, bilinci ve derinliği, usül ve üslubu, tutum ve davranışı kamuoyunun bilincine ve gidişatına etki etmesi bakımından (her zaman) istisnai olmuştur… Toplumun nitelikli kadrolarına sahip oldukları varsayılan siyasi/politik havzalar, şayet, derinlik ve içtenlikten yoksun, hikmete ve irfana yabancı, ilmi ve entelektüel çabaya bigane, merhamet ve adalet duygusu körelmiş, eminlik ve tutarlılıktan uzak, demogoji ve mugalataya hevesli iseler, o vakit, o toplumun haysiyetli/izzetli/vakur bir yarını ol(a)maz… Çünkü bal arılarının yerini eşek arıları, bülbüllerin yerini kargalar, kelebeklerin yerini yarasalar, aslanların yerini ise sırtlanlar almıştır… İçtenlik, fedakarlık, aşk, sebat,  isar, kadirşinaslık, hakkaniyet, kıst, hasbilik, asalet, feragat yitip gitmiş bunların yerine kurnazlık, içten pazarlıklı olmak, hesabilik, fırsatçılık, oportünizm, nemelazımcılık, mürailik, makyavelizm, profesyonel yalancılık, utanmazlık, arkadan kuyu kazmak, itibar suikastçiliği ve din bezirganlığı gelmiştir… Bir süre sonra toplumla siyasal temsilcileri arasında “karakter/ kişilik ortaklığı” oluşur… Çünkü siyaset arenasında koşturanlar toplumun fertleri arasından seçilmektedir… “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” kavlinin gereğidir bu… Toplum kendisini temsil edenlerin yapıp ettiklerine bakıp ah vah ederken, aslında aynaya baktığının farkında değildir… Aynı makam-mevki kendisine verildiğinde o da benzer şeyleri yapacaktır oysa… İnsanlar kendi iktidar alanlarında yapmadıklarını başkalarından beklemekte pek de isteklidir… Oysa tam da güç yetirebildiği durumlarda/yerlerde nasıl davrandığına bakılarak anlaşılır insanın hası… Kendine karşı zalim olandan başkalarına adalet dağıtması beklenemez…

Aslında olup biten her şey herkesin gözü önünde olmaktadır… Ancak siyasal/politik aidiyete göre farklı yorumlanabilmektedir her nedense… Apaçık olan muğlak(mış) gibi gösteril(ebil)irken, muğlaklığı tartışılmaz olan apaçık(mış) gibi sunulabilmektedir. Firavun’un sihirbazlarına taş çıkaranlar vardır karşımızda… Ya da şairin dediği gibi “İnsanlar hangi tarafa kulak kesiliyorsa diğerine sağır(dır).”

Artık her siyasi hizip/fırka/parti kendi fanatiklerini, holiganlarını, aparatçiklerini, trollerini, partizanlarını, propagandacılarını, tezviratçılarını, demogoglarını üretir-besler-büyütür ve   toplumu etkilemeye, endoktrine etmeye çalışır… Böylece yekvücut olması gereken toplum kompartımanlara ayrılarak birbirinin kuyusunu kazacak, ayağına çelme takacak ve hatta gerekirse imha edecek bir sapmanın faili olur… Yukarıdakilerle karakter ortaklığının doğal sonucudur bu… Balık baştan kokmuştur çünkü… Optikte kuraldır… Merkezdeki bir milimlik sapma, merkezden uzaklaştıkça büyür…

Her hizip/parti/fırka kendisiyle efsunlanmıştır… Muarızını kriminalize ve terörize etmeyi öncelikli görev addetmiştir… Siyasi fırkalar/hizipler/partiler hakikatin ortaya çıkmasını değil, türlü manipülasyonlarla, ayak oyunlarıyla, şark kurnazlıklarıyla, algı operasyonlarıyla, tuzaklarla muarızlarının mağlup olmasını tercih ediyor… Onların bu tutumu kendilerine rey verenleri de (doğal olarak) etkiliyor. Rey verenler(tıpkı temsilcileri gibi) hakikatin değil spekülatif, manipülatif, kurgusal, sahte, zanni bilginin peşinden koşuyor. Bilgeliği değil bilgiçliği seçiyor… Hikemi ve irfani derinliği istihkak etmek yerine, sosyal medya malumatfuruşluğuna yöneliyor… İlmi ve entelektüel yetkinliğe erişmek dururken trol, aparatçik, holigan, partizan kültürün sığ-avami-argo-maço dünyasına sığınıyor… Akli olgunluğun göstergesi olan siyasal bilince yakınlaşmak yerine sloganik, taşralı, köylü hizipçiliğin dar kalıplarına mahkum oluyor…

Her koşulda toplumun yanında durarak onun siyasal/politik ufkunu genişletmesi, merak ve tecessüsüne yön vermesi, dimağlarına ve kalplerine hakikat aşkını zerketmesi, kültür kalesinin nöbet kulesinde pürdikkat bekleyip gerektiğinde teyakkuz uyarısında bulunması, ulvi gayeler ve soylu hedefler uğruna ceht etmenin şevkini aşılaması, taşlaşmış düşünceleri/basmakalıp yargıları/zihni felç eden klişeleri İbrahim’in baltasıyla kırıp nursaçan fikirlerin doğumuna müzaharet etmesi, her türlü ayartının, tuğyanın ve mürailiğin karşısında nebevi geleneğin şanlı bir varisi gibi durması gereken aydınlar/entelektüeller/alimlerin ekserisi statükonun bekçiliğine soyundukları için topluma yol gösteren kimse kalmıyor… İslami iddialı yapılar/havzalar ise vahiy bilgisinin ve nübüvvet pratiğinin rehberliğinde toplumun ve insanlığın ufkuna/bilincine hitap ederek, onların kalbini ve dimağını tatmin edecek söylem ve eylemin mümessili mübelliğ ve mübeşşirler, mürşid ve arifler, alim ve entelektüeller, hakim ve filozoflar, estet ve fazıllar yetiştirmek yerine “sosyal yardım” odaklı çalışmalar yaparak kapitalizmin açtığı yaraları sarıyor… İslami referanslar temelinde siyasal bilincin inşası için “özenli bir kayıtsızlık” sergileyen bu İslami iddialı yapıların ekserisi, iktidarın ulufelerinden istifade etmekten ve bürokratik, iktisadi ayrıcalıklardan faydalanmak için (tabasbusun en süflisi de dahil) türlü yollara başvurmaktan çekinmiyor… Sivil toplum adı altında faaliyet gösteren kurumların çoğu ise devlet aygıtının örgütlü-organize-sistematik-mütehakkim gücü karşısında bir bütün olarak topluma İslam’la mümkün olan varoluşunu hatırlatıcı bir görev üstlenmesi  gerekirken, tam tersine, burjuva protestan kültür kodlarının can verdiği kavram ve kurumların, tutum ve yaklaşımların, tarz ve üslubun, yönelim ve eğilimlerin bu ülkede tahkim edilmesi için yerli-yabancı unsurlarla işbirliği yaparak “otokolonizasyon(kendi kendini sömürgeleştirme)” değirmenine su taşıyor… Böylece (her geçen gün) siyasal bilinçten yoksu(n/l)laşan halkımız, kapitalist/neo-liberal değerlerin taşıyıcılığını yapan kavram ve kurumlar tarafından kolaylıkla manipüle ediliyor, sömürgeleştiriliyor, ayartılıyor…

Yetişmiş/eğitimli binlerce gencimiz kafileler halinde göç ederek “beyaz adamın” hizmetine koşuyor… Türkiye, savaş-yokluk-zulüm v.b nedenlerle Ortadoğu ve Asya’dan göç etmeye mecbur kalan milyonlarca mazlum/mustazaf insana ev sahipliği yapmanın haklı gururunu yaşarken, kendi yetiştirdiği eğitimli gençlerinin Avrupa-Amerika yollarına düşmesinin nedenlerini sorgula(ya)mıyor… Öte yandan bu gençlerin halkın dişinden tırnağından artırarak ödediği vergilerle yapılmış üniversitelerde okuyup, en verimli çağlarında, ülkelerini terkederek “beyaz adamın” hizmetine koşması ciddi bir ahlaki zaafa da işaret ediyor. İnsanlık tarihinin en barbar, en vahşi saldırılarının/katliamlarının faili olmasına rağmen “beyaz adamın” İslam dünyası gençlerinin hayalini süslüyor olması üzerinde derinlemesine düşünmek gerekiyor… Frantz Fanon’un “Siyah Deri Beyaz Maskeler” kitabında dikkat çektiği “kendisini beyaza benzetmeye çalışan zenci” öyküsü, bu bağlamda, dikkat çekici tespitler içeriyor… Sömürüye maruz kalanların kaderidir “beyaz adama” öykünmek… Ancak özeleştiri yapmayı da ihmal etmeyelim…

Halkı Müslüman beldelerin gençleri Suud-i Arabistan, İran, Katar, Pakistan, Endonezya gibi Müslümanların çoğunlukta olduğu, İslam hukukunun (kiminde kısmen kiminde tamamen) egemen olduğu beldelere değil, Avrupa-Amerika gibi insanlık ve tabiat düşmanlarının talan ve yağma üzerine kurulu “müreffeh(!)” ülkelerine göç ediyor… Kartlaşmış Avrupa Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Pakistanlıların, Hindistanlıların, Mağriplilerin genç ve dinamik insanlarıyla hayata tutunuyor… Öcalması gerekenler “beyaz adama” can veriyor… Çünkü İslam dünyası toplumlarında, Türkiye’de de yakinen müşahede edileceği üzere, egemen dini söylem 21.yüzyıla hitap etmiyor… Egemen siyasal söylem ise statükocu/muhaberatçı/ faşist/ muhafazakar/laisist yönelimler tarafından belirleniyor… Bu yönelimler, özellikle genç kuşakların, entelektüel kapasitelerini daha doğmadan öldürüyor… Böylece “beyaz adamın” insanlık ailesine karşı işlediği cinayetlerin hesabını soracak ilmi/entelektüel/siyasi derinlikten yoksun, futbol ve eğlence kültürünün müptelası bir gençlik türüyor… Akademimiz ise merhum İsmail Raci Faruki’nin ifadesiyle “müsteşriklerin bayisi” gibi çalışıyor…

Mazlum-mustazaf insanların imdadına yetişen İslami iddialı yapılar/havzalar eğitimli gençlerle irtibat kurmakta, onları kuşatmakta güçlük çekiyor… Sığ, yavan, derinliksiz, kaba, uzlaşmacı, statükocu, pragmatik, sürekli geçmişi konuşan, ufuksuz, edebiyata/ sanata/ estetiğe/felsefeye mesafeli, eleştiriden korkan, hep başkalarının dindarlığını sorgulayan ve fakat hiç kendini murakabe etmeyen, kaşları çatık, sadece ceza odaklı düşünen, rahmeti değil gazabı temsil eden, incelik ve zerafetten nasipsiz, hikmete-irfana yabancı, meraksız, yorumdan korkan, literalist, taklit ve itaate şartlanmış, vülger, yerel, taşralı, parçacı, düşüncede katolik eylemde protestan bir din dilinin gençlerle temas kurması mümkün olmuyor… Bu dil yüzünden, İslami referanslar temelinde siyasal, iktisadi, hikemi, irfani, hukuki, felsefi, edebi, estetik bilinç inşa etmesi gereken camiler devlet dairesine dönüş(türül)müştür. Oralarda resmi/milli (Türk’e özel) din yorumu anlatılmaktadır… Merhum Nuri Pakdil’in ifadesiyle “haftalık sorgu” olan Cuma namazı, resmi dini öğretinin vazedildiği son derece yoksul bir bağlama hapsedilmiştir…

Camilerimiz sanata, edebiyata, estetiğe, tarihe, felsefeye ve en önemlisi de siyasal bilince “kapalı” tutularak, adeta kilise gibi, sadece ritüellere açık bir mekan haline ge(tiri)lmiştir. Çatık kaşlı hacı amcalar, tek meziyeti sesinin güzelliği olan müezzinler ve muhatabını ayet ve hadislerle döven incelik/zerafet yoksunu imam-hatipler (istisnalara selam olsun) tarafından işgal edilen camileri, son ulu peygamberin klavuzluğunda yeniden ihya etmek gerekiyor… Camilerin uğradığı bu içerik kaybını sorgula(ya)mayanların gençlerin camiye ilgisizliğini sorun etmeleri pek inandırıcı olmuyor… Yıllarca ulus-devlet paradigması tarafından zihni dağlanan evlatlarımız, şimdilerde yakinen görüleceği üzere, “muhafazakar faşizm” tarafından iğfal ediliyor… Hizip/parti/fırka çıkarları ve politik ikbal endişeleri, Türkiye’nin İslam’la mümkün olan varlığının aşındırılmasına karşı duyarlılıktan önce geliyor…

Türkiye son iki asrını, İsa(a.s)’nın öğretisinden evvela Katolisizm sapkınlığını sonrasında ise burjuva protestan kültürünü icat eden, ardından bu kültürün kapitalizm-komünizm versiyonlarıyla görücüye çıkan ve hatırı sayılır oranda alıcı bulan, şimdilerde ise neo-liberalizmin “anything goes (ne olsa gider)” klişesiyle dünyayı efsunlamaya devam eden Batı’ya öykünerek geçirdi… Cumhuriyet devrimlerini Fransız İhtilali’ nden ilham alarak gerçekleştirdi… İktisadi-siyasi-hukuki-akademik sahalardaki düzenlemelerini yaparken gözü hep Batı’daydı…  Şimdilerde ise adına ister “konjonktürel zaruret” diyelim ister “eksen kayması” fark etmez, görünen o ki, bundan sonra yüzünü Konfiçyus ve Buda’yı “milli devlet kapitalizmiyle” barıştıran Doğu’ya dönecek… Kendi olmayı başaramayan toplumların ne yazık ki kaderi bu! Kaldı ki zaten Asya ile Avrupa arasında köprü olmaya ikna edilmişiz! Malum köprüler yapaydır, sentetiktir… Sadece “bağ” kurar… Kendine mahsus bir kimliği yoktur… Üzerinden gelip geçenleri çoktur… Artık Batı’nın “pornografik şiddetine” karşı Doğu’nun “estetize edilmiş erotizmi” yle iktifa edeceğiz! Magazin malzemesi olsun için Geyşa kültürünü keşfe çıkarız belki! Hazır “Kore Grupları” da revaçtayken! Madonna yerine BTS! Neden olmasın? Şimdiye kadar Batı’yı “gardrop” üzerinden taklit etmedik mi? Bundan sonra da Doğu’ya aynısını yaparız! Zaten atalarımız da Orta Asya’dan gelmemiş miydi? Nazım Hikmet boşuna mı “Dört nala gelip uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim” dedi? Batı realizmine/pozitivizmine karşı Doğu mistisizmi! Batı’nın iflah olmaz anarşizmine karşı, Doğu’nun mutlak itaat ve teslimiyeti! Batı’nın devlet kuran toplumu yerine Doğu’nun toplum yaratan devleti! Batı’nın yumuşak asimilasyonuna(!) karşı Doğu’nun cebri asimilasyonu! Batı’nın eleştirel aklına karşı Doğu’nun itaatkar aklı! Antik Yunan yerine kadim Çin! Zeus-Prometeus kavgası yerine Ahuramazda-Ehrimen diyalektiği… Afrodit’in yerine İştar…

Varlığını İslam’a borçlu olan ve şayet haysiyetli/onurlu/izzetli bir yarına uyanmak istiyorsa, her koşulda, İslam’a olan aidiyetini ve sadakatini “kırmızı çizgi” olarak görmesi/koruması gereken Türkiye’nin,doğu-batı ikili karşıtlığına ve bu karşıtlıktan zuhur eden gerilimlere/buhranlara/bunalımlara mahkum olması kadar iç acıtıcı bir durum olamaz… Bu acıdan kurtulmak için kendisini İslam’ın bağ(ım)lısı addeden herkesin sorumluluk alması gerekiyor…

 

Kaynak: farklibakis.net




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —