Tarih: 24.06.2021 16:04

Siyasal Arayışlar; Nasıl Yapmalı?

Facebook Twitter Linked-in

Yazar Ümit Aktaş’ın, yayınlanan son kitabının adı; “Siyasal Arayışlar Nasıl Yapmalı?” başlığını taşıyor.

Aktaş bu eserinde “giriş” bölümünde belirttiği üzere “…üzerindeki gündelik konuşmalar ve tartışmalar bir yana, insanoğlunun en asli vazifelerinden birisidir.” Diye tarif ettiği siyasetle ilgili görüş ve kanaatlerini okuyucusuyla paylaşmaktadır.

Bizde, bu yazımızda, eserden hareketle siyasetin, olgusal, bireysel ve toplumsal karşılığı üzerinden, var olan izini sürerek, eseri değerlendirmeye azamî gayret göstermeye çalışacağız.

Eser, birbirini açımlayacak şekilde ara başlıklar içerinde on üç küsur ana başlık ile sonuna doğru, yine siyaset konusu ile ilgili, bağımsız makalelerden oluşmakta olup toplam 352 sayfadan oluşmaktadır.

Ümit Aktaş, bu eserinde öteden beri süregelen siyasal arayışları, bağlamından koparmadan, ama kendine özgü bir dil ve üslupla anlatmaya çalışmaktadır.

Aktaş, olaya, kendine uygun bir dil ve üslûpla yaklaşıp arayışını sürdürerek eserinin yazılış serüvenini; “Bu kitap… Tartışmalar ve gelenekler bağlamında son yıllarda yazılarak çeşitli dergilerde ve yayın organlarında yayınlanan ve kitaplaştırılırken güncellenen yazılarla, bir anlamda bu işlevi görme çabası içerisindedir. Bunu yaparken ise bu farklı ve temel siyasal damarlarla da ilintiler kuracak…” (9) ifadelerini kullanarak, aynı zamanda eserin çerçevesinin de nasıl belirlendiği dile getirilmektedir.

Kutuplaşmış Bir Toplumda Siyaset…

Siyaset olgusuyla –o da modernleşme sürecinin etkisiyle- direkt olarak 20.yüzyılın ikinci yarısında tanışan Türkiyeli muhafazakâr camia, o andan itibaren CHP’nin tek parti iktidarı sürecinde, yıllar yılı yapmış olduğu yanlışlara karşılık olarak DP’yi destekleme suretiyle siyasetle hemhal olmuştu.

İlk kez “ısrarla” demokrasiye yönelik olarak yapılan vurgulardan dolayı, normal şartlarda kutuplaştırıcı olması pek düşünülmeyecek olan DP’nin, kendi iktidar sürecinde giderek kutuplaştırıcı siyasal bir dil kullanmasının izdüşümünü bugüne dek farklı veçhelerle yaşayageldik.  Hatta öyle farklı durumlar oluştu ki, laik, seküler bir devleti yönetme işini, “İslam’ın tüm işlerini üstlenme” yönlendirmesiyle üzerine aldığı iddia olunan AK Parti iktidarının, giderek kutuplaştırıcı bir dil kullanması onulmaz yaralar açamaya başlamıştı.

Özellikle de, CB sistemine ve arzulanan otoriterliğe zemin hazırladığı artık bugünden bakıldığında net olarak ortaya çıkmış bulunan 12 Eylül referandumdan alınan sonuç ile baş gösteren kutuplaşma iktidar marifetiyle siyasetin konusu haline gelmiş oluyordu.

Bu kutuplaşma, birçok etkisi ile birlikte, en bariz olarak Erdoğan’ın şahsında Reisçilik sakiyle ete kemiğe bürünmüştü; “Gerçekte… asıl arzulanan daha güçlü bir liderlikle temayüz eden, halkını reayalaştıran bir reisçiliktir. Oysa Kur’an istişari bir yönetimi olumlar.” (66)

Aktaş’ın konu bağlamında vurguladığı üzere “Raina, değil unzurna” hitabının, yaşamsal bir anlamda Kur’an’dan yola çıkıp günlük hayatta kendine yer bulduğunu, bulması gerektiğini unutmamalıydık.

Anayasal Krizlere Yol açmak…

Dünden beri ciddi bir siyasi modelden ve ona uygun bir dil ve söylemden mahrum muhafazakâr kitle, iktidarı kendi kucağında bulmuştu.

İktidara gelmeden dolayı oluşan bir hazımsızlıkla birlikte, bu kitle nazarında ne yürürlükte olan demokratik anlayışlar, ne o çok dilde getirilen İslamilik vurgusu boşa çıkmış ve kendini “Reisçi” olarak tanımlayan bir anlayış vücuda gelmişti.

Bunun muhafazakâr kitle açısından birçok avantajı olduğu halde, otoriterliğin etkisi ile gelişen; kararların bir kişi ve dar bir grup tarafından alındığı vasatta, demokrasiye vurgu yapması gereken anayasa düşüncesi de boşa çıkmış oluyordu.

Yine, Müslümanların tarihinde Hz. Peygamber’in(s) kendi döneminde uygulamaya koyduğu Medine Sözleşmesi hariç tutulduğunda; biri Osmanlıda, diğeri ise dönemin İran’ında Meşrutiyet temelli anayasa çabaları ile başlayan anayasa işi, zamanla İslam dünyasına hükmeden zevat tarafından işlevsizleştirilmiş ve akabinde bir krize yol açmıştı. Biz, bu krize “anayasa krizi” diyorduk.

Bu kriz, siyaset alanında var olmak isteyen, ama önünde hiçbir kanunî engelin olmamasını arzulayan liderlerin; ülke genelinde tüm toplumsal, dinsel, kültürel ve iktisadi yönü bulunan insan kümelerinin kendilerinin gönenç içerisinde olmalarına engel teşkil ediyordu.

Bundan dolayı, iktidar ve çevresinin, tüm toplumsal kesimlerin hep birlikte “hak, sorumluluk ve özgürlük” bağlamında eşit şartlar içerisinde görünür olmalarının ağırlığı, kendi sınıfsal ağırlığına zarar vereceğini düşündüklerinden olsa gerek olumsuz bir yöne işaret ediyordu.

Günümüzde yönetici ve otoriter elit tarafından krize neden olan esas şeyin, İslam’ın ilk dönemlerinde uygulandığı, ama kısa bir müddet sonra embriyo misali donan ve daha sonra tekrardan gündemimize dâhil olan anayasa olgusuna yönetsel anlamda tahammülsüzlük olduğu gerçeğiydi.

 “Kuran ve sünnetin sayfalarına yayılmış halde bulabildiğimiz toplumsal demokratik ve iktisadi sistemlerin embriyolar halinde donup kalması’na dair tespit, artık daha belirgin olarak ve sıkça zikredilmekte.” (68)

Bu krizin bir ucunda da salt Batıcı paradigmalara sahip seküler zevatında dahlinin olduğunu söylemek pek zor olmasa gerek. Ör. Ellerinden kayıp giden iktidar hırsıyla AK Parti iktidarının yeni bir anayasa yapma teklifine hep olumsuz yanıt vermeye çalışan Batıcı siyasi çevreler ve partilerde bu krizin bir tarafı olarak sahnedeki yerlerini almış durumdalar. Adeta “istememde istemem” türü itirazlar başka türlü izah edilemezdi.

Dar Koridor(*)

“bazı toplumlar özgürken, diğerleri neden otoriter yönetimler altında veya anarşi içinde yaşadılar ve yaşıyorlar?”, “özgürlük batıya özgü bir durum mu?”, “özgürlüğün ve demokrasinin akıbeti ne olacak?” (Dar Koridor adlı kitabın arka kapak yazısından…)

Aktaş, Daron Acemoğlu ile James A. Robinson’un birlikte kaleme aldıkları “Ulusların Düşüşü”nden sonra “Dar Koridor”da bu meseleleri sorguladıklarını belirtmektedir; “İdeal siyasetin toplumla devlet arasındaki bir dengeye ve bu dengenin sağladığı o dar koridorda kalabilme becerisine dayandığından yola çıkan “Dar Koridor” dünya tarihinin başlangıcından günümüze dek birçok toplumu inceleyerek,  bu ideal durumdan uzaklaşmanın veya bunu sağlayabilmenin koşullarını tahlile çalışmakta.” (68)

Aktaş, konunun devamında; “Buna göre ceberut bir iktidar veya anarşizan bir toplum kadar zayıf bir iktidar veya zayıf bir toplumda, bu denge durumunun b0zulmasına yol açmakta. Tabi ki bunun sebebi de iktidar korkusuna olduğu kadar iktidar saplantısına da dayanabilmekte.“ (68-69ifadelerini kullanmaktadır.

Demek ki dengenin korunması için; ceberut iktidar, anarşizan toplum ve bunlara mukabil, zayıf bir toplum ve zayıf bir iktidarın pek de iyi görülmediği, hoş karşılanmadığı kabul görmekteydi.

O halde dar koridorda durmak elzem ve önemli olmaktaydı ki, Aktaş’ın “Her ne kadar “kolay yönetim” adına her şeyi zorlaştıranlar tarafından anlaşılmamaya çalışılsa da sürdürülebilir bir yönetim oluşturabilmenin yolu gayet basittir.” (75)  ifadesini teyit edecek olan ve ona ait salt bu madde dahi konuyu açıklar mahiyetteydi; “…siyasal ve iktisadi alanlara erişim kanallarının açılması; kurumların mümkün olduğu kadar kapsayıcı hale getirilmesi.” (76gibi maddeler söz konusuydu.

Adaleti Savunma Hakkı…

Adalet genel anlamda “Hak ve hukuka uygunluk; hak ve hukuku gözetme ve yerine getirme; doğruluk.” Olarak tanımlanır.

Adalet öteden beri insanların, toplumların ilgisini çekmiş olup üzerinde düşünülen en temel bir olgu özelliğini dünden bugüne muhafaza etmektedir.

“Kuşkusuz ki, insanın kendi hakkını araması da oldukça önemli bir vecibe ve cesarettir.  Ama doğrudan kendisiyle ilgili bir mesele olmadığı halde, salt adalet savunusu için verilen bir mücadele bireyselliği aşan bir erdemli davranıştır.” (129)

Adaletin İkamesi ve Siyaset…

Onun bireysel ve devlet aygıtı dışı alanlarda gördüğü ilgiye rağmen, devlet katmanında gördüğü ilişkinin başkalaştığı da bilinmektedir.

Doğu Müslüman toplumları yönetme sadedinde olan iktidarlar adına kaleme alınan siyasetnamelerde farklı bir şekilde karşımıza çıktığını görmekteyiz. Ki, bu kavram, ilgilisinin kendi adına özleştirilmesi karşısında bir karmaşaya uğradığı bir vakıaydı; “Adalet kavramı her ne kadar klasik siyasetnamelerin temel başvuru terimlerinden biri olsa da, her siyasal düzenlemenin kendine görelileştirildiği bir karmaşanın da kurbanıdır.”  (130)

Adaletin ikame edilmesi salt insan için olduğu kadar, bir Müslüman için daha da önemlidir. Ki, adalet savunmak için bir cesarete ve adaleti savunma yolunda sebat için de kişinin erdemli olması gerekirdi.

Kuşkusuz bizde, adaleti ikame söylemine karşılık ve aynı zamanda şahsi ve kurumsal bazda yapılan olumsuzluklara karşıtlık içre 15 Temmuz darbesi sonrasında, darbeye binaen büyük oranda değişen siyasal durumun mahiyetinden örnekler verilebilirdi.

Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi…

Kemalizm’e, üzerinde durduğu payanda(kaide) beslendiği düşünsel zeminler ve dönemin jakoben dilini kullanarak toplum üzerinde estirdiği fırtınalara rağmen, bizim siyasal katılım ve yönetsel anlamda Medine dönemi ile sınırlı tuttuğumuz, hatta o döneme özgüleyip güncellemediğimiz (Nebevî) siyasete ve dolayıyla yönetime katılma pratiğini cumhuriyet dönemde devam ettirmiştik; yanlışı ve doğrusuyla…

“Padişahçılığın kaldırılması ve cumhuriyetçiliğe geçiş, bir başka açıdan ise İslam tarihinin başında ruşeym halindeki bir uygulama olarak kalan İslam cumhuriyetçiliğine (şura sistemine) bir dönüş anlamına da gelebilecektir.” (163)

İran’daki cumhuriyet tecrübesini de –her ne kadar, var olan yapı mezhepçilikle malul olsa da- bu meyanda değerlendirebilirdik. Bu, bir açıdan yönetişim bağlamında kaybolan hikmetin belli oranda ortaya çıkması, zahir olması anlamına da gelebilirdi.

Laisizm, Demokrasi ve İslam Dünyası…

Bir aydınlanma düşüncesi olan ve salt anlamda “din dışılığı” tanımlayan laiklikle birlikte siyasal bir metod olan demokrasilerin, her şeyden ziyade kendini dinler karşısında kayıtsız olarak konumlandırması ne yazık ki, bizde adeta “el çabukluğu marifet” fehvasında giderek jakobenliğe ve gözlemlendiği üzere militanlığa kadar evrilmişti.

Laiklik ilkesinden ziyade söz konusu demokrasi olunca şu ifade yerli, yerine otururdu; “Demokrasiler pragmatik, çoğulcu ve dinlerin kendilerini kamusal alanda ifade etmeleri karşısında kayıtsızdırlar. Aslında bu temel ayrım, laisizmin dayandığı bilimselci ve evrenselci zihniyetin baskıcılığına karşı, insanları belli bir toplumsallık içerisinde yer aldığını ve ona dair he ne söylenecekse bu somut toplumsal bağlam göz önünde tutulmaksızın söylenemeyeceğini öne süren bir yaklaşım farkına da dayanır.” (166)

Siyasi Yöntem Tartışmaları ve Nasıl Yapmalı…

Genellikle düşünsel alanda, ilgilisi tarafından sıkça sorulan, ama cevabı ise bir türlü verilmeyen, verilse de çok az etki yapan sorulardan birisi, kadim olarak “ne yapmalı, nasıl yapmalı?” sorusudur. Ki, bunun üzerine “Niçin yapılmalı?” sorusu sorulmamaktadır. Zira yapmalı, ama nasıl yapmalı sorusu hep daha anlamlı, gerekli ve cevabını arayan bir özelliğe sahip olmuştur.

Bu soruyu siyaset alanında sormak ise daha başkadır. Kurulacak bir partinin niçin yapmalı sorusuna karşılık olarak, siyasi arenada bulunan bir partinin, yukarıda belirttiğimiz soruyu sormasın yanında, siyaseti, yürürlükte olandan daha farklı bir şekilde yapma düşüncesi bu soruyu önemli kılmaktadır.

Burada, mevcutlardan farklı olarak belirgin bir yöntem farkına dikkat çekmek gerekir. Ki, siyasal süreçlere toplumsal katılımı sağlamak gerekirdi.

Aktaş bu konuda; “Doğrudan demokrasi tartışmaları üzerinden sürdürüleceği gibi kendi tarihimizdeki unutulmaya yüz tutmuş deneyimlere de başvurulabilir.” (174)

Aktaş, konuya referans olabilmeleri açısından örnek olarak da, Ebu Hanife ve benzeri birçok şahsiyetten bahsetmektedir.

Bu bağlamda şu ifade mes’eleyi açıklayıcıdır; “…kamusal ve sivil uğraşın toplumsallaştırılması, yani toplumun aktifleştirilerek, devletinse görece olarak daha kısıtlı bir konuma çekildiği bir “sivil” anlayışın canlandırılması gibi.” (174)

Günümüzde uygulanması Müslümanlar açısından hayli zor olan bu durum ile birlikte, 20. Yüzyılda bir Türkiye’de, diğeri de Pakistan’da oluşturulup uygulama sahasına konan ve adına “Müslüman ulus” denen olgunun;  gevşek bir şekilde ümmete tekabül eden bu olgunun, bir açıdan batı örnek alınarak ortaya konan “yerelci modernleşme” ile Müslümanları, güya onlara uygun sıfatlarla, kendi değerleri üzerinden değiştirme ameliyesi de kendine bir yer bulmaktaydı.

Erdemliler İttifakı…

Hz. Peygamber’in (s) Hılfü’l-Fudûl’de hazır bulun­dum. O meclisten o kadar memnun oldum ki, ona bedel bana kızıl develer verilse, o kadar sevinmezdim.” Diye önemsediği erdemliler ittifakının Hz. Osman’ın şehadetine kadar, adeta bir siyasi parti gibi toplumsal faaliyette bulunduğu gerçeği, böylesi bir ittifakın, bugün ne kadar önem kazandığını tüm çıplaklığıyla orta yere koymaktadır. Bu ittifaktan maksadın esasının adaleti ayakta tutmak ve adil bir duruş sergilemektir; “Esasında “tevhidi” ve fıtrata dayanan bir “yol” olan İslam, düalist/ikici bir anlayışa sahip olmadığı için, bireyle toplum arasında da önleyici olmayan, bütünleştirici bir bakışa sahiptir.  Esas olan adaletin sağlanması ve adil bir duruştur.” (201)

Hz. Peygamber’in(s) İslam öncesi dönemine ait olan bu ittifakın işlevsel anlamda, Ondan bize kalan bir miras ve sünnet olduğu gerçeğine işaret ettiğimize, o tür pratikleri ve günümüz şartlarında ortaya çıkan pratikler üzerinden, siyasete, yönetime dair düşünsel, ideolojik çıkarılmada bulunabilirdik.

Eğer indirgemeci davranmıyorsak; İslam, erdemliler ittifakı, çeşitli insan gruplarıyla belli bir çıkar gözetmeden ortak iyide(maruf) birleşmek ve İslamcılık düşüncesini, temel ilkelere halel getir(t)meden insanların idrakine sunmak…

Bir Özgürleşme Mücadelesi Olarak İslamcılık…

Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere, işin indirgemeci yönüne dahil olmadan, özgürleşme mücadelesinde İslamcılığı baz almanın önemi kendiliğinde ortaya çıkardı.

Her ne kadar 2. Meşrutiyet’in klasik paradigmalarından sayılan İslamcılığın Türkiye ayağında, ona karşı baskın çıkan Batıcılık paradigması karşısında gerilemesi söz konusu edilse de, o, hiçbir şarta bağlı kalmadan kendini sürekli yenilemiştir; “İslamcılık kendi tarihi içerisinde, İslam dünyasındaki gelişmelere de koşut bir biçimde kendini ve önerilerini yenileyerek hayatta kalmayı becerdi.” (222)

Bununla birlikte onun hayatta kalması, İslam dünyasının da içerisinde bulunduğu kriz(le)i atlatamadığını göstermekte idi.

Türkiye’nin Demokrasi Sorunu…

Demokratik siyasetin bizdeki öncülü sayılan Meşrutiyet’in akabinde, demokrasi geleneğini bir nevi ortadan kaldıran ve bazı saiklerle Cumhuriyet’e geçişte, Tek parti dönemi sonunda gündemimize dahil olan demokrasi düşüncesi, katı Kemalist rejim tarafından çevresi budanarak sözde var olan, ama işlevi açısından rejime yarayan bir paradigma haline getirilmiş oldu.

Böylelikte işlevsiz bırakılan demokrasi, sağ’a hizmet ettiğinden maada rejim tarafından bir sorun olarak değerlendirilmişti.

Sorun olan demokrasi miydi; “içeriden” olup, hatta onun yerine bir şeyler koymayan, koyma düşüncesi olmayan zevatın yaklaşımı mıydı; ya da tüm bileşenleri ile birlikte, onu bize layık görmeyen topyekûn zihniyette miydi?

Bizce, bir düşünüş ve ideoloji olarak elbette demokrasinin birtakım zaafları, yanlış ve eksik tarafları vardı mutlaka, ama burada esas sorun, onu öteki”nden esirgemeye çalışan resmi gücün ve işi kendi bağlamından kopararak, işe salt inanç ve inançsızlık penceresinden bakmaya çalışan “beriki”nin, yani “doğrucu” zevatın idi.

Türkiye Siyasetinin Muhalefet Sorunu…

Empati yapma suretiyle işe, olguya baktığımızda,  işin ilk anlarında iktidarın ortaya koymaya çalıştığı –çoğu da- “iyi” icraatlardan hareketle iktidara yönelik toplumsal teveccühe bakıldığında, bu bir açıdan muhalefete ekmek kalmadığı şeklinde yorumlanabilirdi.

Buna örnek Özallı ANAP’ın ilk dört, beş yılı ile AK Parti iktidarının iki bin onlara kadarki iktidar sürecinde, böyle bir durum yaşanmıştı.

Daha sonraki süreçte “iktidar yıpratır, mutlak iktidar daha çok yıpratır” kelam-ı kibarına bakıldığında, iktidarda kalma, o konuda diretme, meydan okuma, muhalefeti ihanet içre suçlama türü “yanlış icraatlara bakıldığında, iktidarın kısa, ya da uzun vadede el değiştireceği söylenebilirdi.

Bu nasıl olacak- bu, bizim bir temennimiz değildi- ya da olabilir miydi? Tabii ki, ikbal ve verimli geçen yıllarında değil de, zevale erdiği son demlerine doğru mevcut iktidarın icraatlarının kahir ekseriyetinin yanlışlar üzerine bina edilmesine bağlı olarak muhalefetin toplumun âli menfaatlerini koruma sakiyle kendi görevini bihakkın yerine getirmesiyle mümkün olabilirdi. Ama muhalefetin kendisi de sorun üretmiyorsa…

Burada muhalefetin sorunlu ya da beceriksizliği, insanların ister itemez yeniden ve yine” iktidara yönelmesine sebep olacaktı; “…siyasetin asıl bittiği nokta, hak arama ve adalete ulaşma umutlarının tükendiği noktadır. Bu durumda umutlarını kesenler, muhalefetten de bir karşılık bulamayınca, çaresiz bir biçimde yeniden iktidara sığınarak haklarını bu yolla elde etmeye çalışacaklar.” (295)

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —