Sivil toplum, günümüzde özellikle devlet ile devletin resmi örgütlenmesinin dışında örgütlenen sivil yapılar arasındaki ilişkiyi anlatan siyasi bir kavramdır. Özellikle demokrasi bilincinin gelişmesiyle sivil toplum örgütlerinin önemi daha da artmıştır. “ Sivil toplum ( Civil Society) 1. Devlet denetimi ve baskısının ulaşmadığı veya belirleyici olmadığı toplumsal etkinlikler. 2. Bireylerin Devletten ya da kamu gücünden izin almadan, kovuşturmaya uğrama korkusu taşımadan rahatlıkla ilişki geliştirebildikleri, sosyokültürel etkinliklerde bulunabildikleri toplum. 3. Devletin doğrudan denetimi altında tuttuğu alanların dışında kalan ve ekonomik ilişkilerin baskısından da görece bağımsız olarak, gönüllü ve rızaya dayalı ilişkilerle oluşturulan kurum ve etkinlikler”(1) olarak tanımlanabilir.
Sivil toplumun gücü ile ülkede yerleşik demokratik kültür arasında doğrudan bir ilişki vardır. Daha doğrusu sivil toplum bilinci ne kadar güçlü ise, demokrasi bilinci de o kadar sağlıklıdır.
Bu açıdan bakıldığında otoriter, zorba rejimlerde sivil toplum örgütleri son derece zayıftır. Doğaldır ki, faşizm, nasyonal sosyalizm, sosyalizm, dini monarşi ve krallıklar ile askeri yönetimlerde otoriter eğilimler güçlü olduğundan sivil toplum örgütlenmesi hemen hemen yoktur. Devletçi ve otoriter eğilimler güç kaybettikçe sivil toplum örgütleri güç kazanmaya başlar.
Cumhuriyet devrinin başlangıç yıllarında otoriter eğilimler oldukça güçlü idi. Daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını alacak Cumhuriyet Halk Fırkası, 1950 yılına kadar devlet partisi olarak, devletin tüm örgütlenmesine egemendi. Doğaldır ki, bu dönemde tüm örgütler devletin kesin denetimi altındadır. Bu anlamda sivil toplum örgütlerinden bahsetmenin imkanı yoktur. Türk ocakları ve Halk evleri sivil örgüt olmaktan çok devletin resmi ideolojisini halka aktarmayı amaçlayan resmi örgütlerdir. Gerçek bir sivil örgüt, örgütlenme, ideoloji ve fonksiyon açısından devletle iç içe geçemez.
Toplumun kendi hakkına sahip çıkabilmesi bireysel anlamda mümkün değildir. Sivil toplum örgütleri buradan hareketle aynı problemle yüz yüze kalan, aynı amaca yönelen çok sayıda insanı bir araya getirir. Buradan oluşturulan toplumsal güçle yönetim üzerine baskı uygulamaya çalışırlar. Bu yüzden bütün yönetimler sivil toplum örgütlerinin eğilimlerini dikkate almak zorundadır. Ancak zaman zaman sivil toplum örgütlerinin devletin resmi görüşüne eklemlendiği görülmüştür. Özellikle askeri yönetimler sırasında sivil toplum örgütlerinin temel felsefelerine aykırı davrandıkları ortaya çıkmıştır. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi doğrudan ya da dolaylı askeri müdahalelerde sivil toplum örgütlerinin önemli bir kısmı, kuruluş felsefelerinin aksine, sivil toplumun değil, resmi toplumun yanında saf tutmuşlardır. Bu da sivil toplum anlayışının yeterince sağlıklı işlemediğini gösteriyor.
Sivil Toplum örgütlerinin geleneğimizdeki en önemli örnekleri Ahi birlikleri ve Vakıflardır. Bundan dolayı Osmanlı Medeniyeti’ne “ Vakıf Medeniyeti” denmesi son derece anlamlıdır. Osmanlı toplum hayatında vakıflar o kadar yaygındır ki, hemen hemen her toplumsal etkinliğin arkasında bir vakıf bulunur. Bundan dolayı sayılarının binlerce olması bizi şaşırtmamalıdır.
İlk sivil toplum örgütü sayabileceğimiz vakıflar, Hz. Peygamberin şu hadisine dayandırılabilir “ Ademoğlu öldüğü zaman amel defteri kapanır. Üç kimse bundan müstesnadır. Devamlı sadaka meydana getirenler, topluma yararlı bir eser bırakanlar ve kendine hayır dua eden hayırlı çocuk bırakanlar ( Muslim, Ebu Davud, Tırmızi )
Hz. Peygamberin Medine’deki yedi parça mülkünü vakfettiğini biliyoruz. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Osman başta olmak üzere sahabeler aynı yolu izlemişlerdir. Daha sonra kurulan Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar vakıf konusunda kendinden öncekilerden devraldıklarını daha da ileriye götürmüşlerdir.
Ancak siyasi hukuki ve dini anlamda İslam tarihinin kırılma noktası, bilinen sebeplerden ötürü Emevilerin hilafeti ele geçirmesidir. Bu durum aynı zamanda devletin yeniden örgütlenip yapılanmasında son derece etkili olmuştur. Adeta İslam toplumunun sivil kanadı eksiksiz bırakılmıştır. İslam tarihçileri Emevilerin iki büyük hata işlediklerini belirtirler.
Arap ırkçılığının yükselmesi Hilafetten saltanata geçiş
Bilindiği gibi saltanat yönetimi sivil örgütlenmeye izin vermeyen bir yönetim tarzıdır. Buna rağmen Ebu Hanife büyük hukukçular, devlette görev almayı ısrarla reddetmiş ve keyfi uygulamalara karşı toplumu korumaya çalışmıştır. Ebu Hanife’nin asıl kaygısı, hukukun devlet denetimi altına girmesinden duyduğu endişedir. Ancak tüm bu çabalar beklenilen sonucu vermedi. Yine de İslam tarihinde sivil bir yön ve söylem her zaman olagelmiştir. Osmanlı dönemindeki ahi birliklerinin ve vakıfların bu kadar çok sayıda olmasını, İslam tarihindeki sivil yönün gücüne bağlamak gerekir.
Günümüzde sivil toplum örgütlerinin bu kadar güçsüz olmasının nedenleri iki noktaya indirgenebilir:
Türk tarihinden gelen otoriter devlet anlayışı Emeviler’le kurulan ve baskıyı temel alan saltanat rejimi
Osmanlılarda bu iki olumsuz etkene rağmen yine de sivil toplum örgütleri olan vakıflar inanılmaz hizmetler vermişlerdir.
Günümüze gelince; Cumhuriyet yönetimi başlangıçtaki otoriter ve baskıcı yönetim tarzını değiştirdiği ölçüde sivil toplum örgütleri güçlenmeye başlamıştır. Çünkü sivil toplum, devletin etkinliğinin sınırlandırıldığı, hukuk ve insan haklarının geliştiği, demokrasi bilincinin güçlendiği toplumlar gelişir. Müslümanlara düşen görev, kuracakları sivil örgütlerle toplumda etkinliklerini sürekli arttırmaları ve devlet karşısında eleştirel ve sorgulayıcı tavırlarını sürdürmeleridir. Çünkü önemli olan devleti ele geçirmek değil, toplumu kucaklamaktır.
Kaynak: Her Taraf