Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ardından, Mısır bir kez daha küresel-bölgesel güçlerin vekil aktörü olarak “Yeni Dünya Düzeni” inşa sürecinde kendisine bir yer edinmeye çalışıyor ve bu bağlamda 2013’ten itibaren Türkiye karşıtlığını da içine alan hırslı bir dış politika izliyor. Libya ile zirve yapan krizde bugün Türkiye ile Mısır arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşın senaryolarının da konuşulmasının temelinde, darbeci Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Es-Sisi’nin izlediği kriz politikası yatıyor. Türkiye karşıtlığı ekseninde buluşan cephenin silahlı gücü olarak hareket etmeye gönüllü bir profil çizen Sisi yönetimi, tüm bölgeyi ve İslam dünyasını derin bir krize sokacak tehlikeli bir oyun oynuyor.
20 Temmuz’da Libya tezkeresini çıkaran ve Sisi’nin eline tutuşturan Mısır Parlamentosu da krizin alanlarını ve boyutlarını genişletmeye dönük yeni stratejide üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Son olarak Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin yapmayı planladığı sismik araştırmaların münhasır ekonomik bölge (MEB) olarak tanımladığı alanı ihlal etme potansiyeli taşıdığını gündeme getiren Mısır “Türkiye’nin geçen ay yayımladığı Navtex, Mısır’ın egemenlik haklarına ihlal ve saldırı anlamına geliyor” diyerek buna kayıtsız kalmayacağını belirtiyor.
Türkiye’yi sahada etkisizleştirmeye, kuşatmaya ve hatta çökertmeye yönelik koalisyonun bir parçası olan Mısır ve ortakları (başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri [BAE]), Ankara’nın oyun bozucu hamleleri karşısında, meşru müdafaa söylemleri altında saldırganlaşacaklarının mesajını veriyorlar. Bu noktada Türkiye’yi kuşatmaya ve yakın çevresini istikrarsızlaştırmaya yönelik projelerin/operasyonların içinde yer alan Mısır, son olarak -her ne kadar bunu resmen yalanlamış olsa da- Suriye’de Beşşar Esed rejimine destek amaçlı 150 askerini göndermiş bulunuyor.
Bunun dışında, son dönemde yoğun bir diplomasi trafiği başlatan Kahire ve Riyad ikilisi, Türkiye ile birlikte hareket eden ya da etme eğiliminde bulunan ülkelere yönelik bir baskı, hatta mevcut yönetimleri değiştirmeye yönelik bir istikrarsızlaştırma sürecini de başlatmış durumda (burada BAE ve özellikle de Fransa’nın rolünü göz ardı etmemek gerekiyor). Hedef, hiç kuşkusuz Ankara’yı siyaseten yalnızlaştırmak, başta Libya’da olmak üzere bölgede oluşan güç dengesini bozmak ve Türkiye-Katar eksenini zayıflatmak. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan’ın Sisi ve Kral Selman görüşmesinden sonra 27-29 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirdiği Cezayir, Tunus ve Fas ziyaretlerinin zamanlaması bu tespiti fazlasıyla teyit ediyor.
Görünen o ki başta tatbikatlar olmak üzere askeri, istihbarî, siyasi ve diplomatik alanlarda faaliyetlerine hız veren Kahire, Türkiye’nin Libya merkezli olarak Kuzeydoğu Afrika ve Akdeniz, Suriye merkezli olarak da Orta Doğu-Arap dünyası politikalarını, buralardaki varlığını ve çıkarlarını hedef almış durumda. Sisi’nin bu hırslı, saldırgan politikası, elbette düne kadar düşük bir ihtimal olarak değerlendirilen Türkiye-Mısır çatışmasını yüksek bir olasılığa doğru sürüklüyor.
Nitekim Uluslararası Kriz Grubu’nun Kuzey Afrika Sorumlusu Riccardo Fabiani de buna dikkatleri çekiyor ve iki ülke arasında “önümüzdeki haftalarda ya da aylarda askeri bir çatışma yaşanma olasılığı çok yüksek” diyor. Açıkçası Fabiani çok da haksız değil. Her ne kadar taraflar arasında en azından şu an için kriz dondurulmuş gibi görünse de, birer kırılma noktası teşkil eden Sirte ve Cufra, tarafların kırmızı çizgisi olmayı sürdürüyor. Bu arada şunun da altını çizmek gerekiyor: Türkiye’nin Libya’da yakaladığı başarı ve bu noktada Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin (UMH) Sirte ve Cufra’ya yönelik hedefleri sadece Mısır’ın kırmızı çizgisi değil; Fransa, Rusya, Suudi Arabistan ve BAE açısından da bir kırmızı çizgi niteliğinde. Dolayısıyla Türkiye’nin karşısında bir “Sirte-Cufra Kırmızı Çizgi İttifakı/Koalisyonu” söz konusu ve Mısır burada daha çok Türkiye karşıtı koalisyonun silahlı gücü olmaya talip, rüştünü ispatlamaya çalışan bir ülke konumunda. Bunun dışında, Sirte-Cufra düştüğünde Mısır’ın, dolayısıyla da Sisi’nin askeri-siyasi olarak gücü ve liderliği de tartışılacağından, Sisi bu krizi bir beka meselesi olarak görüyor.
Sisi’yi burada Ankara’ya karşı cesaretlendiren hususların başında hiç kuşkusuz Türkiye’nin Suriye, Akdeniz ve Libya’da yaşadığı krizler ve karşısındaki cephenin büyüklüğü geliyor. Türkiye’nin Libya’ya coğrafi uzaklığı da Sisi’ye olası bir savaşta büyük bir avantaj olarak sunuluyor. Peki, gerçekten Sisi böyle bir savaşı göze alabilir mi? Mısır’ın ve birlikte hareket ettiği koalisyonun Türkiye’ye yönelik iddiaları ne kadar gerçekçi ve meşru bir zemine sahip mi? Sisi aslında Türkiye üzerinden ne yapmaya çalışıyor? Sisi’ye Türkiye karşıtı koalisyonda biçilen rol ne?
- Yersiz iddialar, jeopolitik gerçekler
Saldırgan politikasını meşrulaştırmayı hedefleyen bir söylem kullanan Mısır, Türkiye’ye yönelik ağır iddialarda bulunuyor. 2013’te Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yönelik darbe sonrası İhvan üzerinden başlayan bu süreçte, Türkiye’yi terörist örgütlere destek vererek Mısır’ı ve bölgeyi istikrarsızlaştırmakla itham eden Sisi yönetimi, Ankara’nın Libya’daki meşru yönetime verdiği desteği de “yasadışı yabancı müdahale” olarak tanımlıyor ve “Türkiye Mısır’ı kuşatmaya çalışıyor” diyor. Türkiye’nin Libya’da izlediği politikayı darbeci General Halife Hafter’in ağzından “Yeni Osmanlıcılık” olarak nitelendiriyor ve Ankara’yı Arap dünyasını hedef alan emperyal politikalar izlemekle itham ediyor.
“Arap olmayan Türkiye, Arap dünyasına liderlik yapmaya niyetli” iddiası üzerinden Arap milliyetçiliğini provoke etmeye ve Arap dünyasının liderliğini kazanmaya oynayan Sisi, “İşgal hevesleriyle saldıran Yeni Osmanlıcı Türkiye’ye karşı savaşıyoruz” ifadesini kullanan Hafter’i ve bu kapsamda yürütülen “Yeni Libya” projesini destekliyor. Bu bağlamda, Türkiye’nin Arap ülkelerine askeri ve siyasi müdahalesini reddettiğini bildirerek, bunların herhangi bir meşru dayanağı olmadığı ve BM Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal ettiği iddiasını da gündeme taşıyor.
Oysa başta Türkiye-Katar ilişkileri olmak üzere Ankara’nın Umman, Yemen ve diğer Arap ülkeleriyle ikili ve bölgesel ilişkileri, Mısır-Suudi Arabistan-BAE üçlüsünün Türkiye’ye yönelik Arap dünyasıyla ilgili ithamlarını boşa çıkarıyor. Türkiye ve söz konusu Arap ülkelerinin, “Arap dünyası jeopolitiği” anlayışından ziyade, başta bölge Müslümanları olmak üzere, coğrafyadaki tüm insanların birlikteliğini, huzurunu, refahını hedefleyen “İslam dünyası jeopolitiği” refleksiyle hareket ettiği görülüyor. Buna karşılık Sisi, Mısır’ı tekrar “muhteşem günlerine” taşımak için Arap milliyetçiliğini kullanmaya çalışıyor ki Sisi’nin “Arap Birliği” politikasının ne olduğu Nasır’dan bu yana biliniyor: Arapları ve İslam dünyasını bölmek, çatıştırmak ve emperyalizmin en temel prensibine hizmet etmek! Buna karşılık, Türkiye’nin Orta Doğu ve Afrika’daki gücünün temelinde, coğrafyada bıraktığı temiz mazi ve sicil yatıyor. Daha da önemlisi, Türkiye bölgeyi emperyalizme karşı sonuna kadar savunmuş bir ülke olarak biliniyor ve kabul görüyor. Türkiye’nin saha hâkimiyetinin altında da bu yatıyor. Sisi, muhtemelen Türkiye’nin Mısır’ı da içine alan coğrafyadaki bu etkisinden, dip dalgadaki karşılığından rahatsızlık duyuyor.
Bunun dışında, Katar, Irak, Yemen, Libya ve hatta Suriye örneklerinde görüldüğü üzere, Türkiye’nin, bir saldırganlık sergilememenin ötesinde, bu ülkelere yönelik olası saldırıları bertaraf etme, mevcut istikrarsızlıkları ve iç savaşları sonlandırma ve bu ülkelerin toprak bütünlüğünü koruma konusunda bir işbirliği politikası güttüğü de açık. Öyle ki Sisi yönetimi Suriye’de bir taraftan Esed ile görüşürken, diğer taraftan Suriye’nin egemenliğini, toprak bütünlüğünü hedef alan, bir Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ürünü olan bölücü PYD-YPG/PKK terör örgütüyle işbirliği yapıyor, onlara Kahire’de ofis açıyor. Bunu Esed dışında Rusya ve İran ikilisinin de görmezden gelmesi, bir başka çelişki ve önemli bir detay. Burada diğer bir dikkat çekici husus ise İran’ın Suriye’de Mısırlı askerler konusuna destek sağladığına yönelik iddialar. Eğer bu iddia doğru ise Mısır mevzuunda İran’ın tercihi ve pozisyonu da önemli ölçüde netleşmiş oluyor.
Türkiye’nin Mısır’ı kuşattığına yönelik iddia ise 2013 darbesinin gerçekleştirilme ve Sisi’nin iktidara getirilme gerekçesiyle bire bir ters düşüyor. Zira Mısır’daki 2013 darbesi başlı başına bir BOP operasyonu olup, hedef Ankara-Kahire birlikteliğini sona erdirerek Türkiye’yi Arap dünyası ağırlıklı İslam dünyasından uzaklaştırma, yalnızlaştırma ve yıpratma olarak karşımıza çıkıyor. İhvan da hiç kuşkusuz bunun bahanesini oluşturuyor.
Türk dış politikasını akamete uğratmaya yönelik bu projede Sisi yönetimindeki Mısır’ın çok hızlı bir şekilde Camp David düzenine çekilmesi, 2009’dan itibaren Türkiye’yi kuşatma politikası güden İsrail’in yanında yer alması, Yunanistan-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile Akdeniz’de Türkiye’yi dışlamaya yönelik bir politika izlemesi, BAE ve Suudi Arabistan ile askerî-istihbarî alandaki örtülü, gizli işbirlikleri, kirli operasyonları ve Rusya, İran ve Fransa ile yürüttüğü ortak operasyonlar ve işbirlikleri, açıkçası saldırgan tarafın kimliğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla Mısır’ın Türkiye’ye yönelik yürüttüğü kampanyanın meşruiyet zeminindeki unsurlar sakat ve iddiaları yersiz. Peki, buna rağmen Sisi neden Türkiye karşıtlığını, hatta düşmanlığını devam ettirmekte ısrarlı?
Öncelikle, Mısır’daki bazı çevrelerin halen Mercidabık ve Ridaniye’nin “rövanşını almaya” çalıştığı ve bu bağlamda yarım kalmış bir hesaplaşma psikolojisi içinde hareket ettiği görülüyor. Devlet kontrolündeki gazetelerden Youm7’de Türkiye’nin “tarihi düşmanlar” arasında sıralanması bu açıdan oldukça anlamlı. Gazete adeta Mısır devletinin belli bir kesiminin bilinçaltını deşifre ediyor. Bu bilinçaltı ile güncel siyaset ve jeopolitiği bir araya getirdiğimizde ise karşımıza Türkiye karşıtlığının tarihi, coğrafi, siyasi ve jeopolitik temelleri, nedenleri çıkıyor.
- Sisi’nin Türkiye üzerinden güttüğü hedefler
Türkiye karşıtı koalisyonun “silahlı gücü” rolüne soyunan Sisi, kendisini yönetime taşıyanlara karşı “diyet” borcunu öderken, diğer taraftan Türkiye sonrası sahada oluşacak olası güç boşluğunu doldurmaya ve böylece “Büyük Mısır” hayalini gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu kapsamda Arap jeopolitiğini, “Arapçılık-Arap milliyetçiliği” söylemleri üzerinden harekete geçirmeye çalışan ve Türkiye karşıtı bir eksen inşa etmeye çalışan Sisi, Suudi Arabistan ve BAE ikilisiyle birlikte koordineli bir şekilde hareket ediyor. Fakat bunun için öncelikle içeride karşı karşıya kaldığı sorunları halletmesi gerekiyor ki bunun başında da ekonomi geliyor. Zira darbe sonrası Mısır daha da yoksullaşmış vaziyette.
Ekonomisi büyük ölçüde turizme, yurt dışındaki Mısırlı işçilerin dövizine, yurt dışından gelen öğrencilerden elde edilen eğitim gelirlerine ve Süveyş Kanalı’ndan geçen gemilerden alınan geçiş ücretlerine dayanan bu ülke, önce darbenin artçı etkileri ve bu bağlamda yaşanan saldırılar, akabinde de yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınıyla çok ciddi bir bunalıma girmiş durumda. Sisi yönetimi “Türkiye tehdidi” üzerinden, BAE ve Suudi Arabistan başta olmak üzere, söz konusu koalisyondan iktisadi-mali anlamda destek bulma peşinde.
Muhammed Mursi sonrası oluşan siyasi boşluk ve bunun yol açabileceği çok daha derin, şiddetli kriz ise vurmak için adeta gün sayıyor. Nitekim sadece İhvan’la özdeştirilemeyecek bir dip dalga hareketi Sisi’nin kâbusu haline geldi; zira 2013 askeri darbesiyle birlikte Mısır’da merkez-çevre ilişkileri derin bir darbe almış durumda. Sisi’ye yönelik muhalefet ve tepkiler sadece halk ile de sınırlı değil. Güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere, devlet içinde de Sisi’ye karşı içten içe bir tepki söz konusu ve Sisi’nin önünde bir Enver Sedat suikastı örneği duruyor.
Düne kadar Mısır’ın iç ve dış siyasetteki en temel çıkmazını/sorununu büyük ölçüde askeri ve ekonomik açıdan dışa bağımlılık oluştururken, 2013 sonrasında buna siyasi bağımlılık da eklenmiş durumda. Dolayısıyla Mısır’ın temel sorunu, merkez-çevre bağlamında yaşadığı ciddi kopukluk ve bunun yol açtığı sosyoekonomik ve siyasi istikrarsızlık. Bundan ötürü, Sisi’nin içeride gücünü artıracak ciddi bir krize, bir “öteki”ye ihtiyacı var. Bu “öteki” de Türkiye.
İhvan’ı gerekçe göstererek Türkiye’yi Körfez ülkeleriyle de karşı karşıya getiren Sisi, şimdilerde Akdeniz ve Libya üzerinden Türkiye ile yürüttüğü, şu an için kontrollü olarak adlandırılabilecek bir krizle, içerideki direnci ve muhalefeti kırmak, konsolide etmek ve aynı zamanda başta yakın çevresi olmak üzere, Arap dünyası içindeki konumunu güçlendirmek istiyor. Ankara ile yaşadığı krizde sorunu ısrarla “Türkiye-Arap dünyası” meselesine dönüştürmeye çalışmasının altında da bu yatıyor. Askeri darbenin ardından Sisi yönetimiyle birlikte tekrar Camp David sürecine çekilen/monte edilen Mısır, kendisine yönelik şüphe, temkinlilik ve tepkileri bu şekilde telafi etmeye çalışıyor.
- Kaygan zemin, kaypak işbirlikleri
Burada “taraflar” ile elbette yekpare bir yapıdan ya da ortak bir cepheden bahsetmek mümkün değil. Nitekim söz konusu aktörlere baktığımızda karşımıza ABD, Avrupa (ki burada tek bir Avrupa gücünden/ülkesinden bahsedebilmek mümkün değil), Rusya ve İsrail’in çıktığını görüyoruz. Suudi Arabistan ve BAE ikilisini ve hatta İran’ı da elbette göz ardı etmemek gerekiyor.
Bu ülkeler, her ne kadar Türkiye’nin sahadaki etkisini sınırlandırma ya da sonlandırma konusunda mutabık gibi görünseler de (“Sirte-Cufra Kırmızı Çizgi İttifakı/Koalisyonu” örneğindeki gibi), farklı çıkarlara sahip oldukları ve her an taraf değiştirebilecekleri de ortada. Hatta bir ülke konusunda ortak hareket eden iki ülke, bir diğer ülke ya da mevzuda ciddi çıkar çatışması yaşayabiliyor ve hatta bu sahaya da operasyonel anlamda yansıyabiliyor; Suriye’de Rusya ve İran, Yemen’de Suudi Arabistan ve BAE arasında görüldüğü üzere.
Mısır üzerinden Türk-Batı ilişkileri en temelde eski eksenine oturtulmaya çalışılmakla birlikte, aslında “Yeni Batı” bağlamında Türkiye’yi kazanma, kontrol altına alma mücadelesinin yürütüldüğü görülüyor. Bu bağlamda, ABD dışında İngiltere, Fransa ve Almanya’nın (hatta burada İtalya’nın adı da zikredilebilir) ön plana çıktığı Avrupalı devletler arasında da Türkiye konusunda farklı çıkışlar söz konusu. Fransa Türkiye karşıtı bir duruş ortaya koyarken Almanya daha farklı bir tutum sergiliyor. Almanya zayıf, istikrarsız bir Türkiye’nin kendisi ve Avrupa Birliği (AB) açısından hiç de tercih edilir bir seçenek olmadığının çok net bir şekilde farkında ve bu jeopolitik gerçeğe uygun olarak davranıyor. Nitekim Sisi’nin Almanya’dan ve AB’den Mısır’a dönük güçlü bir destek alamamasının altında da bu yatıyor.
ABD açısından Türkiye, kaybedilmemesi gereken, yeniden kazanılması gereken bir müttefik olarak görülüyor. ABD Orta Doğu-Akdeniz-Afrika üçgeninde güçlenme eğilimi gösteren Rusya ve Fransa ikilisine (ve pek tabii ki Çin’e) karşı Türkiye ile işbirliğine muhtaç. Türkiye bölgede ABD açısından da dengeleyici, oyun kurucu ciddi bir güç olarak ön plana çıkıyor. Türkiye’nin ABD’ye güveninin sınırları Suriye krizinde test edilmiş olmakla birlikte, şu ana kadar Akdeniz ve Kuzey Afrika’da güven arttırıcı süreç sağlıklı bir şekilde işliyor görünüyor.
- Sisi Kavalalı’nın hatasına düşmemeli
Sonuç olarak, Sisi de çok net bir şekilde uluslararası ilişkilerdeki zeminin fazlasıyla kaygan ve ilişkilerin kaypak olduğunun farkında. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma ihtimali çok yüksek; zira her şeyden önce Sisi’nin içerideki pozisyonu hiç de iyi değil. Ayrıca Sisi, dış güçlerin desteğiyle Osmanlı ile bir “hesaplaşma” sürecine giren Mısır’ın 1922’ye kadar İngiltere’nin sömürgesi olduğunu da muhtemelen tarih kitaplarından okumuştur.
Dolayısıyla Ankara ile kavga içine giren Kahire, büyük bir güç statüsünü tekrar elde etmek şöyle dursun, bağımsızlığını da kaybedebilir ya da ciddi bir iç savaş ortamına sürüklenebilir. Mısır her ne kadar Camp David düzenine tekrar çekilmiş olsa da İsrail’in tarihsel hafızasındaki yerini korumaya devam ediyor ve BOP tıkır tıkır işliyor. Dolayısıyla Kahire’nin Ankara ile kavgaya, savaşa değil yeni bir işbirliğine, dostluğa ihtiyacı var; daha önce olduğu gibi.
(*)Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır.
Kaynak: dunyabulteni.net