Modern tarih büyük ölçüde tüccarların(burjuvanın) öncülüğünde şekillendi. Anti-Katolik mücadeleye onların deniz aşırı seyahatlerinin (aslında sistematik hırsızlıklarının demek daha doğrudur) yaptığı katkı istisnaidir. Batı’dan Endülüs, doğu’dan Osmanlı, güneyden Memlük tarafından sıkıştırılan Avrupa 1492’de Endülüs’ün son kalıntısını da yıktıktan kısa bir süre sonra (1498’de) Portekizliler öncülüğünde kabuğunu kıracaktır. Öncesinde Haçlı Seferleri’yle kırılmıştır kabuk aslında. Lakin o seferler Katolikliğin organizasyonu olduğu için ve henüz Endülüs havzasının ilmi birikimi yerel dillere tercüme edilmediğinden radikal bir “zihinsel kopuş” meydana gelmemiştir. Oysa ki 1492’den sonra tarih çok farklı akacaktır. Atlantik ötesinden, Afrika’dan ve Hint Alt kıtasından Avrupa’ya akan sermaye, Endülüs’ten tevarüs edilen ilmi-entelektüel mirasla işbirliği yaparak, uzun erimli bir mücadelenin sonucunda, yaklaşık bin yıllık Katolik nizamını tarih sahnesinden adeta silecektir. Katolik gelenekle mücadele stratejisinin zorunlu sonucu olarak Endülüs’ün ilmi mirasını sekülerleştiren (kutsalla bağını koparan) yeni akımın adı Protestanlıktır. Evanjelizm ise onun ideolojik formu… Burjuvayla (tüccarlarla) yapılan ittifak yeni Avrupa’nın (aydınlanma ideolojisinin) muharrik gücüdür. Kutsalın prangalarından(!) kurtulan bilim uçuşa geçecektir !!!
Modern bilimin seküler karakteri bu sürecin sonucudur. Özellikle 17.yüzyıldan sonra bilim, felsefenin/hikmetin riyasetini reddedecek, onun yerine sermayenin/burjuvanın emelleri için misyon yüklenecektir. Bugünkü sermeye-bilim ilişkisinin tarihsel zemini burasıdır. Felsefenin/hikmetin rehberliğine sırtını dönen bilimin geldiği nokta insan-makine uyumuna odaklı matrix evrenidir. Bu yeni süreci adlandırmak için trans-hümanizm, post-hümanizm, post-truth v.b yeni kategoriler icat edildi. Esasında yüce Kur’an’ın “tuğyan” dediği şeyle karşı karşıyayız…
Modern bilimin burjuvayla kurduğu esrarlı ilişki günümüzde şirketokrasi (şirketlerin egemenliği) kültürüne ilham verdi. İlk baskısı 2007’de yapılan “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” adlı eserin ikinci cildi şirketokrasi’ye ayrılmıştı. Yazarın, Katar-Dubai hattında gördükleri için yaptığı tanım dikkate değer: “Saf kapitalist maddeciliği. Saf oburluk” ve ekler “… ABD’nin tüm Ortadoğu politikalarının (özellikle de İsrail’e verdiği desteğin ve Suudi Arabistan, Kuveyt ve Mısır’daki kritik Arap yönetimleriyle vardığı anlaşmaların) şirketokrasinin çıkarları açısından çok daha yaşamsal bir şeyi gerçekleştirdiğini anlıyorum.” (1) … İşte bu yaşamsal şey’in bekçiliği görevi İsrail’e verilmiştir. Komprador Türk burjuvasının Aksa Tufanı süreci ve sonrasında İsrail’le ticari ilişkilerin kesintiye uğramadan devam etmesi yönündeki ısrarları şirketokrasi düzenine olan sadakatlerinden dolayıdır. Vaktiyle “paranın dini imanı yoktur demişti” bu düzenin fedaisi olan zat…
Beyaz adam tarafından zihin/ler/i fethedilmiş Güney Kore’nin, Türkiye’de de popüler olan Almanya tahsilli yazarı Byong Chul Han yeni dünya düzenini “enfokrasi (enformasyonun egemenliği) ” olarak nitelemişti. Şöyle diyordu: “Güç/iktidar elde etmenin belirleyici faktörü, üretim araçlarına sahip olmak değil, psikopolitik izleme, davranış kontrolü ve tahmin için kullanılan enformasyonlara erişimdir. Enformasyon rejimi, gözetim kapitalizmine dönüşen ve insanları veriye ve tüketim hayvanına indirgeyen enformasyon kapitalizmiyle bağlantılıdır.” (2) Esasında enformasyon kapitalizmi dediği şey “şirketokrasi” den başka bir şey değildir. Çünkü enformasyon, şirket kültürünün tahkimatı için araçsallaştırılmaya çok müsaittir. Aralarında al gülüm ver gülüm ilişkisi vardır.
Ulus-üstü şirketlerin ulus-devletleri işlevsizleştirdiği, onlardan büyük tavizler kopardığı (hatta onları tapu-kadastro sahası olarak gördüğü ) yeni sürecin kalıcılaşması için üç koşul var:
1- Yönetim erkini elinde bulunduranların (devletin) hızlı karar almasını sağlayacak anayasal zemin ve buna uygun siyasi-bürokratik organizasyon. (Not: Türkiye’de meclisin sürekli “torba yasa” çıkarmasını bu bağlamda değerlendirmeyi teklif ediyorum. Başkanlık rejimine geçerken de en sık kullanılan argüman devletin hızlanacağıydı. Oysa ki hız sadece devlet için değil insan için de felakettir.)
2- İnsanları sadece geçimini/zevkini/çıkarını düşünecek noktaya sabitleyip uysal tüketiciler haline getirerek, niteliğin egemenliğini tesis etmeye dönük tefekkür çabasına ket vurmak. Bunun için de onları enformasyon bombardımanına ve pornografik şiddete maruz bırakarak düşünemez/akledemez hale getirmek. İlla düşüneceklerse de düşünmenin en ilkel biçimi olan faşist-ırkçı-kabileci formasyonla endoktrine etmek.
3- Şirketokrasi kültürünün yaratacağı büyük duygusal ve fiziksel tahribatların/yıkımların kolaylıkla atlatılmasını (onarılmasını) temin etmek için, en etkili uyu(ş)turucu olan din’den istifade etmek. Yani toplumun dindarlaşmasını sağlamak. “Yardımsever kapitalizmi” ne alan açmak. (Not: Yüce İslam burada sözünü ettiğim din’lerden biri değildir hiç kuşkusuz. O mutlak hakikattir. Uyuşturan değil uyandırandır. Kitab-ı Kerim ulu peygamberin “mübeşşir ve münzir” olduğunu beyan eder. Lakin kendisini İslam’a nispet eden kimi insanların, politik-iktisadi-bürokratik-dini ayrıcalıklarını güvence altına almak için, mübarek İslam’ı uyuşturucu gibi kullandığı gerçeği de görmezden gelinemez. )
Amerika-Avrupa-Asya-Ortadoğu havzalarında megaloman /narsist/bencil tüccarların devlet erkini ele geçirmesi yukarıda sıraladığım koşulların sonucudur diye düşünüyorum. Sözünü ettiğim tüccarların hemen hemen hepsi dindar ve milliyetçi özellikleriyle temayüz etmektedir. İlmi-entelektüel kapasiteleri oldukça sınırlıdır. Kendileriyle büyülendikleri için eleştiriye açık değillerdir. Ahlaki duyarlılıktan yoksun, ilkeli-onurlu-vakur bir duruşa yabancıdırlar.
Şirketokrasi kültürü Ortadoğu’nun yeniden dizaynında önemli enstrümanlardan biri oldu. İsrail’in güvenliğine paralel olarak ulus-üstü şirketlerin dilediği gibi hareket etmesini sağlamak, dizaynın bir parçasıydı. Bu doğrultuda 2003’te Irak’ın işgali ulus-üstü petrol, inşaat ve güvenlik şirketlerinin burayı talan etmesini sağlamıştı. Bürokrasi-şirket işbirliğine yaslanan ABD müesses nizamı Irak işgalini “şok ve dehşet” doktrini temelinde kapitalist hegemonyanın tesisi için kullandı. Benzer süreç daha önce Libya ve Mısır için de cari kılınmıştı. Özellikle Libya yeniden kolonileştirildi. Baas rejimlerinin sosyalist karakteri, devletin merkezde olduğu bir iktisadi düzen gerektirdiği ve özelleştirmeye (şirket hegemonyasına) büyük ölçüde kapalı olduğu için kapitalist sistem tarafından sevilmezdi. Bu nedenle hedef oldular. Baas rejimlerinin görece kapalı ekonomik yapıları, kendilerine uygulanan çok yönlü çok boyutlu ambargolarla oldukça kırılgan hale getirildi. Öte yandan otoriter/totaliter yönetimlerin (muhaberatçı zihniyetin) müraileştirdiği toplumsal bünye hem örgütlenme kabiliyetinden yoksun hem de dış etkilere açıktı. BU açık olma hali emperyalist/ kapitalist sırtlanların “demokrasi-insan hakları” söylemi aracılığıyla buralara nüfuz etmelerini kolaylaştırdı. İçeride tomurcuklanan öfke, pusuda bekleyenlerin yardımıyla, kolaylıkla iç savaşa evirildi.
Her geçen gün muhaberat rejimi kültürüne biraz daha yaklaşan Türkiye örneğinde de açıkça müşahede edileceği üzere, toplumsal bünye ahlaki ve siyasi duyarlılığını kapitalizmin şirketokrasi kültürü lehine olacak şekilde biçimlendirirken, örgütlü mücadele bilincine yabancılaşarak bireyciliğin girdabında debelenmeyi özgürlük zannediyor. Alnı secdeli erk sahiplerinin adalet ve merhametten yoksun lümpen hırboluğunu İslam’ın hanesine yazanlar, siyaset-hukuk-eğitim-iktisat v.s. alanlarda seküler tercihler yapmanın yegane çözüm olduğu vehmine kapılıyor. İç cepheyi sağlamlaştırmak isteyenler, bünyenin kapitalist şirketokrasi kültürünün egemenliğine razı olma yolunda emin adımlarla ilerlediğini görmezden geliyor.
Ortadoğu havzası jeo-politik/jeo-stratejik/teo-politik imkan ve kabiliyetleri bakımından kapitalist sistem için (her zaman) çok hayati öneme sahipti. Buraların şirket temelli yeni kültüre angaje olması sistemin sürekliliği ve verimliliği açısından büyük önem taşıyordu. Mısır-Libya-Irak ve son olarak Suriye bu proje kapsamında altüst oluşlar yaşadı. HTŞ yönetimindeki Suriye’nin dışişleri bakanı, geçtiğimiz günlerde Davos’ta, İngiltere’nin eski başkanlarından Tony Blair’le yaptığı röportajda (mealen) “açık pazar” olmak istediklerini (yani kapitalizme biat ettiklerini) söyledi. Röportajda asıl dikkat çeken şey ise “görüntü”ydü. Memurunu imtihan eden amir edasıyla konuşuyordu “beyaz adam”… Üsttenci-buyurgan-elitist bir tavırla “sizleri oraya biz getirdik. Ona göre…” der gibiydi. (3) Tony Blair’i biz 2003 Irak işgaline verdiği destekten hatırlıyoruz. İngiltere’de işgale karşı kitlesel gösteriler olunca Blair “sizin refahınız için oradayız” demiş ve gösteriler bir anda kesilmişti. Beyaz adamın refahı her şeyin üstündeydi. Evrensel olduğunu iddia ettiği değerler ise acıkınca yediği helvadan birer “put”tu… Halkı Müslüman beldeler bu put’ları gerçek zannettiği için büyük hayal kırıklıkları yaşadılar. Putkırıcı söylem-eylem inşası için her zamankinden daha çok dayanışmaya ihtiyaç var. Bu bağlamda Filistin/Gazze direnişi istisnai bir model olarak insanlık ailesinin gözünün önünde “anlaşılmayı” bekliyor.
1- John Perkins/ Bir Ekonomik Tetikçinin İtiraflararı-2 (Şirketokrasi ve Ondan Kurtulma Yolları) /Tükçesi: Cihat Taşçıoğlu/April Yay. s.244-246/VII.Baskı/ İst.2012
2-Byung Chul Han/Enfokrasi (Dijitalleşme ve Demokrasinin Krizi)/Türkçesi:Mustafa Özdemir/Ketebe Yay./s.6-9/II.Baskı/ 2022-İst.
3-https:// www. youtube. com/ watch?v=gM3IkUpwJIs
Kaynak: Farklı Bakış