Sığınmacılar, Mülteciler, Göçmenler ve Süreci Doğru Yönetmek

Mustafa Kaya yazdı:

Sığınmacılar, Mülteciler, Göçmenler ve Süreci Doğru Yönetmek

Yürekleri yakan orman yangınlarıKonya’da bir aileden 7 kişinin vahşice katledilmesi derken Türkiye’de toplumsal huzura yönelen provokasyonlar giderek artış göstermeye başladı. Birileri sokakların hareketlenmesini istiyor. Tehlikeli bir sürecin içindeyiz. Her türlü manipülasyona karşı uyanık olmak zorundayız. Etnik fay hatları üzerine özel saldırılar planlanıyor. Türkiye’nin iç çatışma ortamına sürüklenmesini hedefleyen çevrelerin bir yerlerde çeşitli kurgular yapıyor olmaları muhtemeldir. Herkese düşen vazife aklıselimi kuşanmaktır. Devlete düşen ana görev de yaşananların şeffaf bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamaktır. Bu tür zamanlarda kendi bölgelerini koruma dürtüsüyle, bazı kişiler durumdan vazife çıkarmak, emniyetin, devlet kurumlarının görevini üstlenmek gibi yanlış adımlar da atabilirler. Böyle girişimler olursa devlet gereğini yapmalı ve yetki ve sorumluluğun devlet kurumlarında olduğunu herkese göstermelidir.

Diğer taraftan son zamanlarda ülkemizde mülteci, sığınmacı ve göçmenlerle ilgili tartışmalar da ayrı boyutlar kazanmaya başladı. Bu konular hakkında da kamuoyunun doğru bir şekilde bilgilendirilme zorunluluğu var. Çünkü Türkiye’nin resmi bir göçmen politikasının olup – olmadığı tartışmaları artık aklıselim sahibi herkesi endişeye sevk etmektedir. Kendi ülkesinde dini, ırkı veya siyasi görüşleri sebebiyle can güvenliği endişesi taşıdığı için başka ülkelere göç etmek zorunda kalmış ve ülkelerine dönemeyen mülteciler ile henüz bu statüye kavuşmamış sığınmacılar arasındaki hukuki fark bile açık değildir. Gerçi bizim ülkemizde hukuki mevzuatta kimlere iltica hakkı verileceği de tartışmalıdır. Dolayısıyla iltica talebinde bulunamayan bu kişilerin sığınmacı olarak adlandırılması çok da doğru değildir.

Türkiye’de kimlerin mülteci olduğu bilinmezken, bu hakkı talep edip işlemleri devam eden sığınmacılardan bahsetmek ne kadar doğru olabilir ki? Bir de içlerinde göçmen olarak tarif edilenler var. Bu da mülteci gibi belirli bir korku sonucu değil ama ekonomik veya eğitim gibi endişeler sebebiyle başka bir ülkeye göç etmek durumunda kalan insanlar olarak biliniyorlar. Hal böyleyken ülkemizdeki Türk vatandaşı olmayan Suriyeli, Iraklı veya Afgan gruplar için göçmen tabirinin kullanılması da pek doğru olmasa gerek. Göçmen kavramı belki en iyi Almanya’ya daha iyi bir gelecek için göç eden ve onların “misafir işçi” olarak tabir ettiği Türk vatandaşları için kullanılabilir.

Son dönemlerde ülkemizde tartışmalara sebep olan Suriye ve Irak (yine Afganistan) vatandaşlarının, uluslararası hukukta geçen statülerden hiç birisine uymadıkları için haklarında nasıl bir tasarrufta bulunulacağı da belirsizdir. Belki savaştan kaçarak can güvenlikleri olmadığı için ülkemize “sığınan” bu kişilere ancak “geçici koruma” statüsü (22 Ekim 2014) verilebilir. Her ne kadar bu insanlardan bazıları için “düzensiz göçmen” tabiri de kullanılsa da “yasal olmayan ve kaçak yollardan” ülkeye giriş yaptıkları şeklindeki açıklama da yeterli değildir. Asıl mesele bu insanların kaçak olarak belki de “açık kapı” politikası döneminde ülkeye girip girmedikleri veya kayıtlarının devletin elinde olup olmadığıdır. Bu kişilerin “savaş görmüş” yani hayatında savaş gibi şiddetin en üst seviyesine maruz kalmış ve belki de kişiliği değişmiş hatta savaşa iştirak etmiş, travma geçirmiş olmaları büyük olasılıktır. Ancak en önemlisi de radikal bir ideolojiye bağlanmış olma ihtimalleridir. Bunlar evinden, yerinden yurdundan uzaklaşmak durumunda kalmış ve bunun acısı ile hayatta artık kaybedeceği çok şey olmadığı için kural, kaidelere uyum konusunda hassas da olmayabilirler. En kötü ihtimalle güçlü devletler adına “vekâlet savaşçısı” olarak kullanılanlar da aralarında vardır. Bütün bunlar geçiş yaptıkları ülkede güvenlik sorunu olabilecekleri gibi içinde yaşadıkları topluma tehdit de oluşturabilirler.

Ayrıca bilindiği gibi Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve Kuzey Afrika ile Orta Doğu ülkelerinde ekonomik krizler, demokratik olmayan rejimler, işsizlik, yolsuzluk ve siyasi yozlaşmaya karşı yaşanan protestolar rejimleri sarsmıştı. Ülkelerinde gelecek ümidi kalmamış veya gösterilere katıldıkları gerekçesiyle rejimlere muhalif oldukları için zulme uğrayan insanlar fırsatını buldukları ilk anda başka ülkelere kaçmak zorunda kalmışlardı. Aradan geçen yaklaşık 12 yıl sonra Tunus’ta devlet başkanının tüm yetkileri eline aldığı sivil- anayasal darbe ile Arap Baharı başa dönmüş ve katılımcı demokrasi gibi insanların kendilerini daha rahat ve daha mutlu hissedebilmelerinin bu coğrafyada çok zor olduğu maalesef ortaya çıkmıştır. Üstelik uzun yıllar bu ülkelerde istikrarsızlık artmış, geri dönülemez, onarılamaz ve tedavi edilemez yaralar açılmıştır.

Fakat madalyonun öteki yüzü de aynı zamanda iç açıcı değildir. Kendilerinin doğrudan sebep olmadığı gelişmeler neticesinde bir sabah mahallesinde, köyünde veya şehrinde hiç tanımadığı insanları görmek de kolay bir tecrübe olmasa gerektir. Belki ilk başta mensup oldukları dini inançları gereği bu insanları “kardeşleri” gibi görmüşlerse de zamanla sayılarının artması ve kendi hayatlarını doğrudan etkilemesi sebebiyle karşı bir tutum takınmaları da anlaşılması gereken bir durumdur. İlk önce çaresiz olan bu “misafirler” her türlü işi çok daha ucuza yapmaya razı olduklarından işlerini kaybedenler olmuştur. Daha önce pek de rağbet görmeyen kötü şartlardaki evlerin bile kiralarının artması bazılarını etkilemiştir. Şehirlerinin bazı mahallelerinde “geçici koruma” altındaki insanların kendi kültürlerine uygun alış-veriş alanları oluşturması yine bir huzursuzluk ortaya çıkarmış da olabilir. Bütün bunların sonucu olarak “hiç kimse sudan sebeplerle kendi vatanını terk etmez” denilerek önceleri duyulan sempati ve acıma hissi zaman geçtikçe yerini öfkeye de bırakmıştır. Hele yerinden, yurdundan edilen bu insanların Batı tarafından kabul edilmemesi bu öfkeyi daha da arttırmıştır. Orta Doğu’daki savaşların doğrudan müsebbibi olarak görülen ülkelerin bu insanları kabul etmemesi bir yana Türkiye’ye küçük miktarlarda “rüşvet” sayılabilecek paralar karşılığında bakmaya ve korumaya zorlanması biriken öfkeyi derinleştirmektedir.

Yakın bir gelecekte oturma izni, çalışma izni, eğitim veya vatandaşlık gibi temel hakları talep etmeye başlamaları ile ülkemizdeki huzursuzluklar artış gösterebilecektir. Belki de modern kapitalist düzen bazı ülkelerin iç karışıklıklarla meşgul edilerek zengin devletlere muhtaç olmaya devam etmeleri için mülteci krizleri gibi yeni taktikler geliştirdikleri bile söylenebilir. “Muhacir-Ensar” gibi bir söylemin de bu istismarlar neticesinde içinin boşaltıldığının bilinmesinde fayda var.

Sonuç olarak 10 yıldır devam eden, bugün yarın düzelir diye beklediğimiz ama kısa vadede düzelme ihtimali bulunmayan fiili bir durum ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğini öncelikle kabul etmeliyiz. Bu süreci sağlıklı bir şekilde yürütmek için öncelikle Türkiye ırkçılık veya yabancı düşmanlığı gibi hususlar ile ilgili acil adımlar atmalıdır. Ama daha önemlisi, Türkiye bu insanları Batı’ya ya da Avrupa Birliğine karşı koz olarak kullanmaya çalışmak yerine uluslararası seviyede bu insanların güvenli bir şekilde evlerine dönebilmeleri için girişimlerde bulunmalıdır. Bu arada tamamının geri dönmesini beklemek de çok gerçekçi değildir. Bütün bu çabaların yanında, bunun uzun bir süreç olduğu göz önüne alınarak bu insanların bir yandan topluma entegre edilmesi için de gereken çalışmalar yapılmalıdır. Su faturalarına on kat zam yapacağız diyerek gitmeye mecbur kalacaklarını düşünmenin de giderlerse ekonomi çöker açıklamalarının da gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur. İkisi de duygusal, ikisi de tribünlere oynamaktan başka bir şey değildir. Hep birlikte genelleme hastalığından kurtulmamız gerekir. Aynı zamanda devletin her şeyin kontrolü altında olduğunu göstermesi şarttır. Büyük Ortadoğu Projesi gibi planların bu coğrafyadaki nüfus hareketliliklerini, demografik değişiklikleri özellikle tasarladığı da unutulmamalıdır.