Fatma Tuncer yazdı;
Maslow insanın temel gereksinimlerini fizyolojik, güvenlik, sosyalleşme, saygınlık ve kendini gerçekleştirme şeklinde kategorize etmiştir. Maslow her ne kadar güvenlik ihtiyacını fiziki ihtiyaçlardan sonra zikretmiş olsa da, insanın diğer ihtiyaçlara geçebilmesi için ilk evvela kendini güvende hissetmesi ve varlığını koruyabilmesi gerekir. Ferdin ruhsal ya da bedensel varlığını tehdit edecek tehlikeler ortaya çıkmışsa, güvenlik ihtiyacı fiziki ihtiyaçların önüne geçer ve elzem hale gelir.
İnsan yavrusu dünyaya geldiğinde bilmediği, tanımadığı objelerle, ses ve renklerle karşılaşır ve annenin kucağına koşarak tehlike olarak gördüğü nesnelerden uzaklaşmaya çalışır. Anne çocuğun iç dünyasında hayat bulmuş bir güven çemberidir, ona güven telkin eder.
Çocuk tehlikenin ayak izlerini ne zaman işitse, annenin kollarına koşar ve orada huzur bulur.
Dış dünya adeta bir şiddet sarmalıdır ve çocuk kanatlarını çırparak ufuklara doğru yol alabilmek için annenin desteğine ihtiyaç duyar. Anne onun kolu, kanadı ve bedenini taşıyan ayağıdır. Çocuk arkadaşı tarafından darp edildiğinde, incindiğinde, ezildiğinde hemen anneye koşar ve annenin gölgesinde kendini güvende hisseder.
Teknolojinin icat edilmediği çağları düşünün… İnsanlar ağır yaşam koşulları altında dahi aile fertlerini bir arada toplamak ve kendilerini güvende hissedebilmek için evi inşa etmişler. Kültürümüzde büyük değer atfedilen evin tarihi, insanın tarihiyle başlamıştır ki, bu insanın güvenlik ihtiyacının ne kadar önemli olduğunu gösterir. Nitekim insanlar savaşa karşı kaleler örmüş, korunaklar inşa etmiş, doğal afetlere karşı kendilerince önlemler almışlardır. İnsan ilk evvela yaşamsal alanını tehdit edecek unsurları ortadan kaldırmak ve kendini güvenli bir alana taşımak ister. Bu oldukça önemli bir gereksinimdir.
İnsanoğlu güvenliğini sağlamak için evi inşa etmiştir. Fakat o sadece et ve kandan ibaret değildir, o engin ruhu ve duygu dünyası ile diğer canlılardan ayrılır. Doğal olarak insan ruhuna değecek darbelere karşı da önlem almak ve bu noktada da kendini güvende hissetmek ister. Duygularını örseleyen, şahsiyetini zedeleyen, değersizleştiren kişi ya da kişilerden uzak durmaya ve imkânları ölçüsünde önlemler alarak acıdan kaçınmaya çalışır. Fakat duygularına kelepçe vurulan, bedenleri şiddetin her türlüsüne maruz kalan insanlar da vardır ki, bu kimseler bırakın ruhsal örselenmeye karşı önlem almayı nefes alıp vermekte dahi zorluk çekerler. Canını ve çocuklarını kurtarabilmek için yaptığı hamle ile şiddet yanlısı kocasının ölümüne neden olan ve cezası hâlâ devam eden Melek İpek’in ifadelerini hatırlasınız. Genç kadın kapalı bulunduğu cezaevini kast ederek, “27 gündür hiç dayak yemedim, burada kendimi güvende hissediyorum” demiş ve yaşadığı işkencelere dikkat çekmişti. Bir insan nasıl olur da bütün özgürlüklerinin sınırlandırıldığı mahpus hayatını kendisi için rahat ve güvenli bir alan olarak görebilir? Bu kişi hangi işkencelere maruz kalmış, hangi tehditler altında yaşamış olabilir ki bu karanlık mahzende kendini iyi hissettiğini ifade edebiliyor?..
Kulaklarımıza çarpan hep o ifadelerdir: “Bir kadın kocasını öldürmüş.” Tamam ama neden? Nasıl ve hangi şartlarda olmuş bu? Şartlar ne olursa olsun bir cana kıymak elbette tasvip edilecek bir şey değildir ancak ağır işkencelerin yaşandığı bir ortamda bir insanın ruh sağlığı ne kadar direnebilir? Bir kadın acaba neler yaşamış olabilir ki, karanlık bir hücrenin kendisi için daha emniyetli olduğunu ve burada kendini rahat hissettiğini ifade etmiştir.
Bir cana kıymak, bir insanı öldürmek hiçbir şekilde tasvip edilemez, edilmemelidir. Ancak öyle durumlarla karşılaşıyoruz ki, kişi canını ya da canından çok sevdiği çocuklarını korumak için tasvip etmediğimiz hatalara yönelebiliyor. Böyle durumlarda insanların çoğu kişinin hangi şartlarda yaşadığını, nelere maruz kaldığını, nelere katlanmak durumunda olduğunu dikkate almıyor, hemen damgalıyor ve onu kıyıya itiveriyorlar. Kimse kendini bu kişilerin yerine koymuyor, kimse onların maruz kaldıkları ağır işkenceleri dikkate almıyor. Kimse suyun hangi şartlarda ve nasıl bulandığına bakmıyor. Bu adil bir tavır mı sizce?