Sezai Karakoç’un Terekesinden

Sezai Karakoç’u öncülü sayılan Necip Fazıl’dan ayıran ve Mehmed Akif’e yaklaştıran yönü onun salt Müslüman kültürle yetinmeyerek referansını doğrudan Kur’an-ı Kerim’e yöneltmesi, ona daha yakın durmuş olmasıdır

Sezai Karakoç’un Terekesinden

Şair ve yazar Metin Önal Menguşoğlu yazdı;

Fikriyatına Dair

Yaşım itibariyle besbelli neredeyse her ay bir yakınımı benden evvel ahiret âlemine gönderip arkalarından bakmak, yazmak ödevi düşecek artık benim boynuma. Bundan kaçış yok. Sezai üstat, ağabey bakımından hadisenin teselli edici tarafı onun eceliyle ve Allah’a hamdolsun ki bazı büyüklerimiz gibi elden ayaktan düşmeden, bilinci açık iken ruhunu teslim etmesidir. Hiç kuşkusuz hepimiz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz. İnsanların ardımızdan gösterecekleri şahitlik, yapacakları duaya elbette muhtacız. Ancak ölürken beraberimizde taşıyıp götürdüğümüz terekemizdeki sahih iman ve salih amellerin tadat edileceği hesap günündeki malvarlığımızın işimize yarayıp yaramayacağı asıl önemli olandır.

Altmışlı yılların ortalarından itibaren eserlerini okuyarak başladığım tanıklıklara, altmışlı yılların sonu ve yetmişli yıllar boyunca sürdürdüğüm tanışıklığıma dayanarak her şeyden evvel şunu söylemeliyim ki maruf ve makul olanla beraber güzel ahlakın birçok numunesini şahsında yaşarken gördüğüm üstadın Rabbimizin huzurunda mağfur bulunacağını ümit ediyorum. Eserleri üzerinden okunduğunda kendisinden alınacak bir hayli olumlu rehberlik vardır ve inşallah bu nesiller boyunca da sürecektir. Ne var ki bir vakitler epeyce yakınında bulunarak tanıklık edebildiğimiz güzel ahlakına şimdiden sonra fiilen tanıklık edebilmenin imkânı ortadan kalkmıştır. Her nefs ölümü tadıcıdır ilahi hakikati Allah’ın elçilerini bile bu akıbetten ayrı tutmadığına göre Sezai Karakoç üstadın, ağabeyin vefatını da saçımızı başımızı yolarak değil, olgun bir tevekkülle karşılamalı, artık eserlerine dönmeli ve kendisini bizzat tanımamış yeni nesillere tanıtmalı ve okutmalıyız.

Toplumlarına manen önderlik etmiş ilim, düşünce, sanat, hatta siyaset insanlarının da kendi zamanlarının çocukları olmaları bakımından yaşadıkları ortamın, dönemin içerisinde yaşıyormuşçasına değerlendirilmeleri çok önemlidir. Zaman sürekli akıp gitmekte ve beşeri çabalarla önüne geçilemeyen sosyal, siyasal değişimler yaşanmaktadır. Bu sebeple bizden önce gidenleri kendi zamanlarımıza taşıyarak anlamaya çalışırken yanılgılar olabilir. Bu bakımdan onun mağlubiyet psikolojisi içerisinde, maneviyatı epeyce yıkılmış bir toplumda gözlerini açtığını, böyle bir ortamda yaşamını sürdürdüğünü unutmamalıdır.

Çok erken yaşlarından itibaren toplumun onu da ağır biçimde etkileyen olumsuz şartları hakkında derin düşüncelere dalarak, biraz da Müslüman coğrafyanın öteki bölgelerindeki uyanış hareketlerini hesaplayarak eserlerini toparladığı “Diriliş Ruhu”nun ölene kadar  iddiacısı (savunucusu değil) sıfatını bırakmamıştır. Mecmuasının, yayınevinin, siyasal hareketinin toptan adıdır “Diriliş”. İslam’ın temel amentüsü sayılan, Allah’a şirksiz iman ve ahirete şeksiz şüphesiz imanda özetlenen gayba dair anlayış ve ifadenin “ölümden sonra diriliş” cümlesinde toplandığı malumdur. Cumhuriyetin ilk dönemini, tek partinin totaliter baskılarını ilk gençlik yıllarında bizzat yaşamış biri sıfatıyla Batılılaşma, Kemalizm, laikliğin yanı sıra bir de cumhuriyeti kuran iradeye karşı yürütülen türlü dalkavukluklar bütün inançlı toplumla birlikte onun ruhunda da derin yaralar açmıştır. Denilebilir ki bir ömür boyunca ne söylemiş ve yazmışsa tamamı bu yaraların kendi ve toplum nezdinde iyileşmesine dair idi.

Başından beri değiştirmediği kanaati “Yiğit düştüğü yerden kalkar” ilkesi doğrultusunda İslam’ın bu coğrafyada yeniden kamu ve devlet hayatına egemen olacağı istikametindeydi. Bunun yolunu yerlilik, Kur’an ve Doğu medeniyetine dönmek sağlayacaktır ona göre. Geleneğin, Osmanlı birikiminin üzerine modernitenin kazanımlarından haberli bir bakışla Mehmed Akif ve Necip Fazıl’dan da farklı bir espriyle yepyeni bir söyleyişi denemiş ve büyük ölçüde de başarmış biridir Karakoç. Yazı hayatına ilk gençliğini idrak ederken şiirle başlamış olsa da bu şiir tıpkı Mehmed Akif’te olduğu gibi İslami bir hassasiyetin terennümü, bir manevi yönelişin açık habercisidir. İslam, Kur’an, peygamberler, veliler, İslam şehirleri, Müslümanların halen yaşadığı coğrafyalar, Cezayir, Tunus, Mısır, Suriye, Irak, Afganistan, Hint alt-kıtası temalarına Şeyh Sadi, Celalettin Rumi, Fuzuli, Baki, Şeyh Galip, Muhammed İkbal ve Mehmed Akif yol gösterir.

Bir açıdan bakıldığında adı doğru konulmamış olsa bile İkinci Yeni şeklinde hatırlanan edebi cereyanın başlatıcısı, ilk ürünleriyle hatırlatıcısıdır Sezai Karakoç. İnsaflı edebiyat eleştirmenleri onun “Ping Pong Masası” adlı şiirini bu yeni akımın öncüsü saymışlardır. Çağdaş bilinç akışı, sürrealizm, soyut ve gerçeküstüne göz kırpan egzistansiyalizm, metafizik ürperti gibi eğilimler gösteren Karakoç şiiri doğulu ve yerli kimliğini bütün bunların üzerine bir vücudun derisi gibi giydirmeyi bilmiştir.

Onun üstadı sayılan, kendisine bir bakıma yol da göstermiş bulunan Necip Fazıl, denebilir ki damarlarından kan çekerek hapishane ortamlarında yazar oyunlarını ve şiirlerini. Onda derin İslami ve Kur’an merkezli bilgiye ulaşma imkânına rastlanmaz. Sezai Karakoç Kur’an ve İslam medeniyetinin, bu atmosferde yeşermiş bulunan toplumsal hafızanın damarlarına sızarak, onu benimseyerek, Diyarbakır’dan bakıp İstanbul’u görebilmiştir. Bu değerlendirmenin belgeleri anlamında küçük alıntılar fikir ve ipucu verebilir. O millet dediğinde bir kavimden söz açmaz. İslam milletidir maksadı. “Türkiye, Türkiye’miz ve Türkiyeleri” başlıklı yazısında da dile getirilen aynı şuurun sergi alanına çıkartılmasıdır. Neydi o şuur; İslâmın Dirilişi kitabından: “Müslüman şuurlaş öyle şuurlaş ki dıştan gelen her yıkış planının daha ilk maddesi açıklanmadan sen son maddesini söyleyeceksin.” Dahası var, bugünkü Suriye liderinin Beşşar Esad’ın babası Hafız Esad bir ara “Hatay bizimdir” diye tutturmuştu. Yetmişli yıllardaydık, Türkiye resmi zevatı ve muhafazakâr kesimi Hafız Esad’a ateş püskürüyordu. Sezai Ağabey bize şöyle konuşuyordu: “Hatay, elbette Suriye’nindir. Hatta Ankara, İstanbul da Suriye’nindir. Nasıl ki Halep, Şam, Kahire, Bağdat bizimse…”

Şiirine müracaat edildiğinde de benzer tevhidi şuurun izleri açıkça görülecektir:

               Biz mahcup ve onurlu çocuklarız/Başımızı kaldırıp bir bakmayız/Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız

               Tanrı onlarsız değil ama onlar Tanrısız

               Doğu ne Batı ne/Suare ve matine

               Bu dünyada olup bitenlerin olup bitmemiş olması için ne yapıyorsun

Son iki dizeyi merkeze alarak düşünüldüğünde ilk dize Doğu ve Batı ayrımını toplam yedi kelime ile zihinlere mıh gibi çakmıyor mu? Batı suaredir çünkü gündelik işlerden sonra evvela küçük bir barda birkaç kadeh alkol alır, ardından gece hayatı için bir kez daha erkekler tıraş olur, kadınlarsa tuvalet ve makyaj yenilerler. Akşam yemeği ve ardından gece yarılarını aşan eğlenceler başlar. Doğu toplumları uzun kış gecelerinde akşam ile yatsı namazı arasında tüketilen yassılık kuru yemişlerle beraber belki bir Sıra Gecesi belki Kürsübaşı sohbeti ve nihayet sabah namazına kalkamamanın endişesiyle bir an evvel gecenin örtüsüne bürünür. Onun hayatı en fazla bir matineden ibarettir. Gündüzü doya doya yaşar, geceyi üzerine güneş doğmasın endişesiyle erkenden uykuya bırakır.

Son dize bu dünyada olup bitenlerin genellikle kötülük olduğuna dair bir uyarı mıdır? Evet, öyledir. Öyleyse insan gündelik hayatında maruf olanı kendisine iş edinecek, münker olandan ise kaçındığı gibi başkalarını da kaçındıracaktır. Sezai Karakoç’un mütearifeleridir bunlar.

Birçokları gibi muhafazakâr camiada hayli şöhret kazanmış “Masal” şiirinin bence öncüsü yirmili yaş şiirlerinden biri olan “Ötesini Söylemeyeceğim”dir. “Masal” şiirinde yedi çocuklu bir babanın sırasıyla Batıya gönderdiği çocukların serüveni konu edilir. Batılılar tarafından biri alkol, biri para, biri şöhret verilerek ortadan kaldırılır. Sonuncu oğul ise çaresizlikten Batılılar tarafından yok edilmektense evinin önüne tıpkı Ahmet Yesevi gibi bir çukur (kabir) kazarak onun içerisine girer ve orada eceliyle ölür. Malum Ahmet Yesevi altmış üç yaşına varıp da ölmediğini anlayınca, Peygamber bu yaşta vefat etti, ben nasıl olur da ondan ziyade yaşarım diye düşünerek güya evinin önüne kazdığı bir çukurda kalan ömrünü tamamlamıştır. Bu anlatı üzerinden ben “Sekizinci Oğulu intizar ediyorum” diye yazmıştım. Bu yazı münasebetiyle, bizzat eserin sahibi üstat Sezai Karakoç’un vefatı gerçekleşmişken bütün İslam milleti ehline çağrımdır: Diyorum ki asıl şimdi sekizinci oğulun doğmasını bekliyorum, bekleyelim. Analar, güzelim analar, sekizinci oğula hamile misiniz? Çünkü yedinci oğul hak ve hakikatin değil, tipik bir efsanenin kurbanıdır.

Sezai Karakoç’u öncülü sayılan Necip Fazıl’dan ayıran ve Mehmed Akif’e yaklaştıran yönü onun salt Müslüman kültürle yetinmeyerek referansını doğrudan Kur’an-ı Kerim’e yöneltmesi, ona daha yakın durmuş olmasıdır. Nitekim gerek “Hızırla Kırk Saat” gerekse de “Taha’nın Kitabı” kültürel menkıbeler yanında bolca Kur’an hakikatini taşımaktadır. Hızırla Kırk Saat’ten okunabilir:

            Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz

            Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz

            Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı vakitlere erdim bunu bana söylemediniz

            Hükümdarın hükümdarlığı için eşsiz zulümler işlediği günlere erdim bunu bana söylemediniz

            …

            Kardeşim İbrahim bana mermer putları nasıl devireceğimi öğretmişti

 Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım

 …

 Her evde kutsal kitaplar asılıydı

 Okuyan kimseyi göremedim

 Okusa da anlayanı göremedim

Kur’an ile temasını hiç kesmemiş olan şair, Hz. Peygamber’in aldığı ilk vahiy, Hira mağarası üzerinden de yine benzer çağrışımlara kapı aralar:

            Kalk ey örtülere bürünmüş Peygamber

            At üstünden seni ülkelerden

            Ülkülerden

            Ayıran örtüleri

            …

            Sen bildireceksin

            Dünya geldi geleli

            En önemli haberi

Peygamberin savaşları arasında büyük önemi haiz olan Bedir, Hendek, Uhud ve Mekke’nin fethinden başlatarak İstanbul’un fethine, birinci ve ikinci cihan harbine uzanır ve Müslüman askerlerin aynı ruh, aynı iman ile davrandığına işaret eder. “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” adlı uzun destansı şiirini çoğu insan Hz. Peygamber’e yazılmış bir naat gibi okur ve anlarken, benim kanaatim bu metnin tevhit başlığı altında mütalaa olunması yönündedir. Başka mısralarını da tanık göstererek kanaatimi pekiştirmek gerekirse aşağıdaki örnekler buna destek verecektir diye düşünüyorum.

            Kim ki Tanrı’ya dayanmamakta, dayanmakta kendine

            Yakarız kendisini de kentini de

            Kim ki ortak olmuş yoksulun yarı ekmeğine

            Kim ki Tanrı kullarına bakarsa yukardan

            Kim ki sesini yükseltmek ister Tanrı sesinden

            …

            Babam ki okuyordu Fetih Suresini

            Zaten yoktur bir yenilgi suresi

            …

            Her ayet bir ülkeye bedel bir erdir

            Her sure cihana bedeldir

            Kur’ansa arşın manifestosu

            Reddin reddi protestosu

Ahlakına Dair

 Vefatının hemen ardından hakkındaki şahitlikler yeniden hatırlanırken sanal ortamda Mehmet Görmez hocamızın ağzından aktarılan tipik Sezai Karakoç tutumu onun ahlakını anlatmaya yeter de artar bile. Diyanet İşleri Başkanlığı üstadı hacca davet etmek istemiş. Üstat ise “Benim üzerime henüz hac farz olmadı” cevabı vermiş. Masrafların devlet tarafından karşılanacağı söylenince de milletin parasıyla böyle bir ibadeti münasip bulmayacağını belirterek reddetmiş. Hatta Görmez hoca bir Arafat Manifestosu yazabileceğini söyleyince Arafat’ın manifesto yazılacak değil, Vakfeye durulacak yer olduğunu hatırlatmış.

Mehmet Görmez hoca besbelli büyük bir incelik göstererek üstat yaşarken bu hatırayı onu üzmemek için aleni biçimde pek anlatmamış ama vefatıyla beraber dayanamamış ve aktarmıştır. Açıkçası benzer bir endişeyle ben de kendisi yaşarken onu incitmemek amacıyla anlatmadığım kimi şahitliklerin ahlak bahsinde dillendirilmesini meraklılarına yarar sağlar düşüncesiyle kısmen yazacağım.

Cağaloğlu Babıali diye anıldığı, basın yayın hayatının orada kümelendiği yıllarda Nuruosmaniye Caddesi üzerindeki Atasaray Han’ın beşinci katında Diriliş Yazıhanesi ile Cemal Süreya’nın Papirüs bürosu karşı karşıya idi. Diriliş Yazıhanesinde küçük bir kitaplık vardı lakin üstadın eserlerinin deposu da burası olduğundan eserlerin büyük kısmı üst üste duvarın dibine dizili dururdu. Günün birinde içeriye cebindeki paranın ağırlığı yüzünde tekebbüre dönmüş bir adam girer. Selam verip vermediği belli değildir. Bunu hiç hissettirmeden duvar dibindeki herhangi bir kitabı işaret ederek o kitaptan elli adet satın almak istediğini söyler. Gençler kitapları tadat edip ambalajlamaya giriştiklerinde Sezai Karakoç masasından usulca kalkar ve müşterinin yüzüne bile bakmadan ambalajla meşgul genç adama sorar: “Ne yapıyorsun?” Genç şaşkındır, müşterinin kitaplarını hazırladığını söyler. Karakoç: “Satmıyoruz” der. Genç müşteriye döner “Satmıyormuşuz” cevabını verir. Müşteri sessizce çıkar gider.

Uzunca susuşları vardır üstadın, susar. Belki yarım, belki bir saat sonra genç adama bir miktar para uzatarak iki simit alıp gelmesini, gelirken de çay ocağından iki çay ısmarlamasını ister. Genç adam kapıdan çıkarken arkadan konuşan Sezai Karakoç yarı sesli konuşmaktadır: “Bu şeytanlar ne satın aldığını bile bilmeden elli kitap alacak, sonra dışarıya çıkıp onları bedava dağıtarak ben Sezai’ye yardım ediyorum diyecek, bu fırsatı vermeyeceğim onlara.”

Malumdur, Mehmed Akif Sebilürreşat mecmuasındaki yazılarından ötürü günün bakanlarından birisinin memuru vasıtasıyla siyasi kanaatleri sebebiyle uyarılır, daha nazik yazması istenir. O esnada Eşref Edip’in matbaasında kuru fasulye yemekte olan Akif, bakanın (nazırın) memurunu azarlayan dille “Ben fasulye aşı yemeye razı olduktan sonra kimseden korkmam” der.

MTTB Kitap Kulübünün başına getirildiğimde, yanılmıyorsam 1969 yılında, kitaplıkta benden önce ne yazık ki halk tipi menkıbe kitaplarından başkası bulunmuyordu. Sezai Karakoç eserleri hakkında da olumsuz kanaatler vardı. Hatta onun öz Türkçe denilen kelimeleri kullanmasını örnek göstererek “Marksist midir nedir” iddiasında bulunanları biliyorum. Oysa aynı tarihlerde İslam’ın Dirilişi adlı eseri polis marifetiyle toplatılmış, kendisi de mahkemeye verilmişti Türk Ceza Yasası’na muhalefetten. Ben ilk defa üstadın eserlerini de kitap kulübüne aldım. Ve arkadaşlarıma tavsiye etmeye başladım. Diriliş yazıhanesine de sıklıkla uğruyor, satılanların parasını ödüyor, yeni kitaplar alıyordum. Üstat mutat olarak her sabah saat on civarında büroya gelir ve akşam Marmara Lokali’ne gidinceye kadar orada bulunurdu.

Yazıhaneye uğramaması vaki olmayan üstadı günün birinde yerinde bulamadım. Kapısı kapalıydı. Satılan kitaplarından birikmiş bir miktar parayı ödeyecektim. Epeyce bekledim, gelmeyince meraktan Kadıköy’de Dr. Şakir Paşa Sokağı’ndaki evine uğramak üzere yola çıktım. Evinde de yoktu. Moda burnunda Bomonti Çay Bahçesi namlı bir mekânda bazen oturduğunu biliyorduk. Orada da yoktu. Sahilden geri dönerken onu belediyenin bir bankında otururken buldum. Yaklaştığımda hayli ürkmüştü; ben hemen parayı uzatarak ödemeye geldiğimi söyledim. Parayı aldı, beraber iskeleye yürüdük. Yol üzerindeki Zevk Aile Lokantası’nda neredeyse üç günlük yemek yedi, bana da ısmarladı. Gemiye binerek büroya döndük.

Türkiye aktif siyaset hayatına doğrudan iktidar talebiyle “İslamcı” kimlikli insanlar katılmak arzusu içine girip parti kurduklarında, yakınında bulunan bizlere, Şemdinli’de Yurttaşlık Bilgisi öğretmeni bile olamayacak insanların ülke yönetimine talip olmalarındaki tuhaflığı, yanlışlığı anlatıyordu.

Vefatının ardından devleti yöneten en büyük irade tarafından dünyanın başı sağ olsun diyerek anılan, sanatı, ahlakı, öngörüsü ve eserleriyle dünya medeniyet tarihine mührünü basan üstadın, başlangıç yıllarında kimi çevrelerce “Bizim oğlan, genç şair” diyerek hafife alındığı günlerin yakın tanığıyım. Onun itiraz ve iddiaları karşısında takınılan bu tavırdan ötürü hayli rencide olduğunu, buna rağmen doğru bildiğinden şaşmaksızın yoluna devam ederek onu yaşarken kınayanların bile bugün eserine sahip çıkmalarını sağladığını görmek bende buruk bir sevinç hissi uyandırıyor. Nekrofili hastalığının onun vefatı ardından da nüksettiğini görüyorum.

Onun yürekliliğini göstermesi bakımından bir arkadaşımın bizzat tanıklık ettiği hadise de ahlakına dair fikir verecektir. Akşamları Marmara Lokali’nde mutat oturumların birinde dönemin sol çevreleri tarafından yayımlanan Akşam gazetesinin muhabirlerinden biri de üstadın masasında oturmaktaymış. Muhabir bir ara Hz. Peygamber hakkında ağır ifadeler kullanmaya başlamış. Sezai Karakoç derhal ayağa kalkarak kendisinden epeyce boylu ve genç adamın yakasına yapışarak lokalden dışarıya çıkartmış. Adam neye uğradığını şaşırarak yakasını üstadın elinden kurtardığı gibi savuşup gitmiş.

Mülkiye mektebinden arkadaşı Cemal Süreya ile Diriliş ve Papirüs yazıhaneleri karşı karşıya iken, Cemal’in geri ödenmemek üzere Karakoç’tan defalarca borç aldığı biliniyor. Ancak Karakoç’un cebindeki bu fazlayı kimse nereden bulduğunu bilmiyordu. Türki cumhuriyetlerde, en fazla da Azerbaycan’da bulunduğumuz zaman şiir kitaplarının üç yüz bin basıldığını öğrenmiş şaşırmıştık. Üstelik dört buçuk milyon nüfusun beş milyonu şair iken! Türkiye’de ise iki büyük memleket şairini böylesi bir mağduriyete mahkûm eden nasıl bir kültür dünyası vardı? Hülasa vefatı üzerine biraz da hüzün ve aceleyle söylenecek söz ararken en son demelidir ki Sezai Karakoç asla (Allah’tan başka) kimseye borçlu gitmedi, hep alacaklıydı. Umarım günün birinde sıra büyük şiir damarını da konuşmaya gelir. Vesselam.

Kaynak: perspektif.online