Tarih: 18.01.2023 11:41

Sezai Karakoç’un Gözüyle Şeyh Sait Hareketi -I-

Facebook Twitter Linked-in

Her çağda, en büyük ve en ağır yük, toplumun içinde sivrilerek bilgi, cesaret ve düşünceleriyle ön plana çıkan ve bu uğurda her türlü tehlikeye göğüs gererek yol alan, aynı zamanda ideali uğuruna gereğinde darağacında can vermeyi göze alan insanların omuzunda olmuştur hep…

 İlk insandan başlayarak günümüze dek ve günümüzden de kıyamete kadar sürecek olan insanlık ve hakikat uygarlığını yaşatan, geliştiren, yükselten, koruyan ve ileri noktalara taşıyan, toplumun lider ve önderlerinden başkası değildir.

İnançtan gelen bir güçle yola çıkan, tükenmez bir enerji, umut ve aşkla halka önderlik eden Şeyh Sait hakkında lehte ve aleyhte çok şey yazılmış. Çok söz söylenmiş ve değişik değerlendirmelerde bulunulmuştur.

Biz bu yazımızda, bugüne kadar pek bilinmeyen ve herkesin merak ettiği Sezai Karakoç’un hareket hakkındaki görüş, düşünce ve değerlendirmelerine yer vererek bazı tespitlerde bulunacak ve açıklamalar yapacağız.

Sezai Karakoç’un doğum tarihi, her ne kadar nüfus cüzdanında 22 Ocak olarak gösterilse ve yazılsa da annesinin verdiği bilgilere göre, doğru olan tarih, eskilerin “Gulan” dedikleri 1933 senesinin Mayıs ayıdır. Yani Şeyh Sait Hareketinden 7 yıl sonraki bir tarihtir. Evet, Cumhuriyetin 10. Yıldönümünde, “Eskiyi unut, yeni yolu tut” nakaratları ve “on yılda on milyon genç yarattık yeni baştan” marşları söylenen bir dönemde, dünyaya gelir Karakoç. Dışta Hitler’in iktidara geçtiği, içte de artık cumhuriyetin ve devrimlerinin yerleşmiş kabul edildiği yıl. Edebiyat Dünyasında da Ahmet Haşim’in öldüğü yıl, 1933 yılı. Dolaysıyla Karakoç’un anlattıkları, babasından, amcasından ve Şeyh Sait hareketini görenlerin anlattıklarından oluşmaktadır.

Karakoç, ilkokula doğduğu yer olan Ergani’de başlar, babasının işlerinin bozulması üzerine bugün adı Dicle olarak değiştirilmiş olan Piran ilçesine taşınırlar. Karakoç’un Ergani’den Piran’a yaptığı yolculuğun ilginç bazı yanları bulunmaktadır. İyi bir gözlemci olan Karakoç bu seyahatini şu şekilde kelime kalıplarına döker: “1939 güzü Ergani’den Piran’a göçtük. Ben Makam dağı da denilen Zülküfül dağının (Ergani) arkasındaki bahçemizde iken, ailemiz Piran’a gitmiş. Bir gün ağabeyim geldi, biz de bir kamyonun üstünde Piran’a gittik. Bir jandarma kocaman bir radyoyu kucaklamıştı. O zaman için radyo yeni bir şeydi bizim oralarda. Ben de ilk kez radyoyu Ergani’de kısa bir süre önce görmüştüm. Bir gün Belediyenin yanından geçerken içeri insanların koşuştuğunu gördüm. Çok küçük olduğum halde ben de girdim. Ufak bir odada insanlar, bir köşeye doğru eğilmiş, kafaları yukarda öyle kalakalmışlardı. Adeta boğulan bir adamın sesi geliyordu o köşeden. Baktım, baktım orada sandık gibi bir kutudan başka bir şey göremedim. Sesin oradan geldiğini sezer gibi oldum. İşte jandarma da herhalde yeni ilçe olup, Eğil adını alan Piran’a radyo götürüyordu. Meşeliklerin ortasından geçiyorduk. Bir ara jandarma, üstten vurarak şoförü durdurdu. Meşelerin arasında biri on, biri de beş yaşında iki çocuk vardı. Arabanın durduğunu görünce, ağaçların arkasına saklandılar. Ama onları görüyorduk. Jandarma gelmeleri için eliyle işaret etti. Onlar da geldi. Başlarında evde dokunmuş yünden bir başlık vardı. Elleriyle bu başlıkları arkalarında saklıyorlardı. Jandarma vermelerini istedi onları. Çocuklar da istemeye istemeye verdiler. Jandarma çocukları şiddetle azarladı. Türkçe bilmiyorlardı. Kamyondaki yolcular jandarmaya tercümanlık yapıyorlardı. Kimse ağzını açıp bir şey söylemiyordu. Takkeleri ellerinden alınan küçük çocuklara sert bir şekilde haydi gidin! Deyince birden fırlayıp ucuz kurtulduklarına sevinerek, adeta uçarak kaçıp gittiler, ağaçlar arasında kayboldular. Jandarma ile birkaç kişi gülüyorlardı arkalarından jandarma bıçağıyla bu beyaz takkeleri (ki bizde ona terlik denir, köylülerin mahallî başlığıdır) iki parça edip istifrağ eden (kusan) bir iki kişiye verdi. O zamanlar benzine çoğunlukla alışkın olunmadığından istifrağ edenler (kusanlar) vardı. O yaşında da bu hareketin çirkinliğini, zalimliğini görmüş, o çocuklara acımış, kamyonda olmaktan utanç duymuştum. İşte size 1939 yılından, tam otantik bir tablo: jandarmanın şapka kanunu uygulaması. Güya o yerli serpuş, şapka kanuna aykırıymış. Oysa kendi elleriyle dokudukları ve belki bin yıldır giydikleri bir şeydi o başlık. Ne yapsalardı yani? O çocuklar başlarına melon şapka mı geçirselerdi? Sonra arabamız hareket etti. Dicle’yi geçtik. İkindi vaktiydi. Dicle, sanki gümüşten bir çizgi gibi parlıyordu. Piran’a girdik.” Önemli olan bu konuya devam edeceğiz. (SÜRECEK)

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —