Çağdaş İslam düşüncesine tesir eden eserlerinin çoğunu duygusal ve fiziksel kuşatma altında olduğu hapishanede yazdığı için Kutub’un tefekkür mirasının antagonist(düşmanca) olduğuna dair iddialar, hem Batılı hem de kimi Müslüman mahfillerde (Hasan Hanefi örneğine bir önceki yazımızda değinmiştik) dile getirilmektedir. Foucoult’tan ilham alarak söyleyecek olursak kapatılma mekanları olarak hapishaneler, iktidarı elinde tutanların ürettiği bilgiye (ki bu bilgi aynı zamanda iktidarın hem mevcudiyetini hem de sürekliliğini temin eden ve hatta iktidarı her seferinde yeniden ve daha güçlü bir şekilde üretir ) itiraz edenlerin hizaya getirilmesi, iktidarın fiziki varlığına ve zihinler üzerinde kurduğu hegemonyasına halel getireceğine inanılan bilginin gayr-ı meşru olduğunun ilan ve tescil edilmesi ve nihayetinde ise bu bilgiyi üreten-yayan kişi veya kişilerin kriminalize edilerek etkisiz hale getirilmesi amacıyla ihdas edilmiş yerlerdir. Sadece modern ulus-devlet döneminde değil, klasik dönemde de hapishaneler muhaliflerin mekanı olmuştur. Müslümanların tefekkür geleneğinde iz bırakan simaların birçoğu otoritenin gadrine uğramış/hapishaneyle tanışmıştır. Ebu Hanife’den Ahmet B.Hanbel’e, İmam Şafi’den İbn-i Teymiyye’ye, İmam Malik’ten İmam Serahsi’ye uzunca bir liste çıkarılabilir. Bunlar arasında İmam Serahsi en önemli eserlerini hapishanede dikte ettirmiştir. (1) Çağdaş dönemde ise Said Nursi,Necip Fazıl,Ali Şeriati, Roger Garaudy, Malcom X, Ercüment Özkan zikredilebilir. Bir mütefekkirin tefekkür mirasını kriminalize etmek için hapishaneyi mesnet olarak kullanmanın isabetsizliğine dikkat çekmek için bu isimleri andım. Evet hapishane insanın duygusal ve fiziksel anlamda kuşatıldığı yerdir ve fakat aynı zamanda deruni farkındalık bilincinin geliştiği, içe dönük sorgulamaların yapıldığı, nefis terbiyesine ve ruhun olgunlaşmasına vesile olan mekanlardır. Müslümanların nazarında “medreseyi Yusufiye”dir. Yusuf(a.s)’un Mısır’a melik olmasının yolu zindandan geçmişti. Denebilir ki zindan Yusuf’un hayatında kemale erişin en mühim merhalelerinden biri olmuştur. Bu bağlamda Kutub’un hapishane tecrübesini onun tefekkür ameliyesinin zaaf yüklü olduğuna dair bir çıkarıma dayanak yapmak ziyadesiyle sorunludur. Önceki yazılarımızda da işaret etmeye çalıştığımız üzere İslam dünyası toplumlarına emperyalist sömürgeci tahakkümden kurtuluş yollarını göstermeye çalışan özgün Müslüman mütefekkirler, ya anti-Batıcı bağlama hapsedilerek, ya Batı akademilerinde edindiği analitik çözümleme ve objektif yaklaşım yeteneği sayesinde geliştirdiği yeni söylemle Frankfurt Okulu teorisyenleriyle aynı çizgide değerlendirilerek ya da fundamentalist-entegrist tutumun/ tavrın ve tarzın muallimi olmakla itham edilerek etkisiz kılınmaya çalışılmaktadır.
Batılı bilgi sistemlerinin evrensellik iddiasını meşrulaştırmak için icat edilen post-kolonyalizm, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, İslam dünyası aydınları tarafından teşrih masasına yatırılmadığı için, çağdaş İslam düşüncesinin zaaf ve imkanları hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Denebilir ki post-kolonyal öğretinin zihinlerimiz üzerindeki işgali hala güçlü bir şeklide devam ediyor. Edward Said’in “üçüncü dünya ulusçuluğu emperyalizmle işbirliği halindedir” çözümlemesi aslında post-kolonyal dönemin mahiyetine dair farkındalık çağrısıydı. Türkiye de dahil halkı Müslüman ülkelerin çoğu ulusalcı/milliyetçi kodlara yaslanarak emperyal-kolonyal tahakküme direneceğini zannederek 20.yüzyılı kaybetti. Böyle giderse 21.yüzyılı da kaybedecek. Oysa ki hiçbir ulusçu/milliyetçi akım anti-emperyalist/anti-kolonyalist olamaz. Çünkü burjuva Protestan kültür kodlarından ilham almaktadır. Yani gerek varlık gerekse bilgi tasavvuru ve algısı bakımından (yani ontolojik ve epistemolojik olarak) “beyaz adamın” belirlediği çerçeveye sadıktır. Kutub’un Kur’an’ı merkeze alan yaklaşımının epistemolojik bağımsızlığa delalet ettiğine dair iddiamızın mesnedi burasıdır. O, burjuva Protestan uygarlığının bilgi ve varlık tasavvuruna, kavrama ve yorumlama biçimine itiraz ederek, vahiy bilgisi ve nübüvvet pratiği ekseninde yeni bir söylem-eylem geliştirmenin zaruretine işaret etmektedir. İslam-Kapitalizm uyuşmazlığı adlı eserinde (Mısır özelinde) devletin içinde bulunduğu içler acısı hale işaret ederken “emperyalizmin içimize yerleştirdiği kısır parti çekişmelerine” dikkat çeker. (2) Geniş halk kitleleri bu çekişmeleri izleyerek bir şeyler olacağını zannetmektedir. Oysa ki sömürüyü derinleştiren bu kısır çekişmelerdir. Halk (seçim aldatmacasıyla) egemenliğin kaynağı olduğuna ikna edilmiş ve fakat asıl egemenlik emperyal odakların güdümünde olan bürokratların ya da şirketlerin uhdesinde kalmıştır. Esasında bu durum sadece Mısır’a özgü değildir. Irak, Suriye, Suudi Arabistan, devrim öncesi İran, Körfez Tiranlıkları ve Türkiye’de de durum farklı değildir. Bu ülkelerin hemen hepsinde ulusüstü şirketler siyasal alanı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmektedir. “Şirketokrasi” 21.yüzyılın ideolojisi olarak her geçen gün mevzisini tahkim etmektedir. ABD’ye destek olmak için Kore’ye asker gönderen Türkiye’nin savaşta yiyeceksiz, cephanesiz bırakılarak terk edildiğine dikkat çeken Kutup, bu durumu “korkak efendinin kölesine yaptığı kalleşlik” olarak niteler.(3) Oysa ki bu ülkelerin hepsinde ulusçu/milliyetçi aktörler-ideolojiler işbaşındadır.
27 Mayıs darbe bildirisini okuyan Alparslan Türkeş “Türkiye’nin Nasır’ı” olarak adlandırılmıştı. Ülkemizin Amerikan sağcılığı/milliyetçiliği/muhafazakarlığı tarafından işgaline zemin hazırlayan bu darbenin milliyetçiliğiyle maruf biri tarafından ilan edilmesi manidardır. Nasır da benzer şekilde, Arap milliyetçiliğini merkeze almıştı. Hatta bu yolda bir “Arap Birliği” oluşturmayı murat etmiş ve Suriye ile birleşmek te dahil önemli adımlar atmıştı. (Bizdeki Türkçülerin Turan idealine ne kadar da benziyor…) Ancak Nasır’ın yaslandığı baasçılık akımı burjuva Protestan kodlardan ilham alıyordu ve bu kodlar İslam’ın ruhuna yabancıydı. Nitekim Kutupla çok yakın ilişkisi olmasına, hür subaylara onun kitaplarını okumalarını tavsiye etmesine rağmen Nasır, iktidarı elde ettiğinde ilk iş olarak İslamcı kesimle arasına mesafe koymayı yeğleyecekti. Çünkü o da biliyordu ki Arapçılık (Baas) ideolojisine İslam’dan referans bulmak zordu. İslamcılarla ittifak ederek bu ideolojinin zorunlu kıldığı adımları atamazdı. Aynı süreç Türkiye’de biraz erken yaşanmıştı aslında. Türkeş’e “Türkiye’nin Nasır’ı” diyenlerin Nasır’a “Mısır’ın Mustafa Kemal’i” demesi daha uygundu halbuki… Balkan kökenlilerin (Mısır’da Kavalalı, Türkiye’de Mustafa Kemal Balkan kökenliydi) ellerinde çağdaş dünyaya(!) intibak ettirilmeye çalışılan Türkiye ve Mısır’ın 20.yüzyıl tecrübesi (neredeyse) simetriktir. Bir farkla ki biri doğrudan sömürge olurken diğeri olmamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Mısır Sovyetlerin, Türkiye ise Amerika’nın güdümüne girecektir. Her ikisi de Akdeniz’e kıyısı olması ve dünya deniz ticaretinde çok önemli rol üstlenmelerine rağmen ittifakları mümkün olmayacak, İsrail’in güvenliği için her iki ülke de etkisizleştirilecektir. 1970’li yıllarda Enver Sedat marifetiyle Mısır Sovyet etkisinden yavaş yavaş sıyrılacak ve fakat Amerika’ya yanaşacaktır. Özlenen Mısır-Türkiye ittifakı Mursi döneminde gerçekleştirilmeye çalışılacak ancak bu süreç anında tersine inkılab ettirilecektir. Bu vesileyle altı çizilmesi gereken nokta şudur ki, emperyalistlerce Ortadoğu olarak adlandırılan bu coğrafyada huzur ve sükun ancak Türkiye-Mısır-İran ittifakıyla sağlanabilir. Aksi taktirde kaos Ortadoğu’yu terk etmeyecektir. Dikkat edilirse bu ülkeler etnik ve mezhebi enstrümanlar aracılığıyla birbirlerine karşı konumlandırılmıştır. Arap-Fars-Türk-Kürt nüfusa ve Sünnilik-Şiilik-Selefilik akımlarına ev sahipliği yapan bu ülkelerin kendi bünyelerinde teşekkül ettirecekleri insicam/ahenk, sadece Ortadoğu’ya değil bütün dünyaya örnek teşkil edebilir. Ancak üzülerek söylemek gerekiyor ki ulus-devlet belası yüzünden farklılıklar her geçen gün daha da derinleşiyor ve birlikte yaşama umudu zayıflıyor. Binaenaleyh emperyalistler bu durumu fırsata çevirerek (farklılıkların bir arada barış içinde yaşamasının mümkün olmadığı algısını daha da güçlendirerek ve hatta “İslamiçi savaş” argümanı üzerinden Hıristiyanlığın Avrupa’daki tecrübesinin Müslümanlar tarafından da yaşanması gerektiği tezini profesyonelce işleyerek) çıkarlarını garanti altına alıyor.
20.yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’nin Kemalizm tecrübesi diğer halkı Müslüman beldelere model olacaktır. Mısır’da Nasır, İran’da Pehlevi, Afganistan’da Emanullah Han, Pakistan’da Cinnah Kemalist doktrinin taşıyıcılarıdırlar. Türkiye’de İstiklal Harbi İslamcılığın muharrik gücü sayesinde başarıya ulaştı. Ancak İslamcılık yeterli siyasal donanıma ve yetkinliğe sahip olmadığı için, Cumhuriyetin kurucu kadroları “pozitivist milliyetçi” Osmanlı askeri bürokrasisi oldu. İlk iş olarak İslamcı kadroların tasfiyesine girişildi. Bu hamle yıllar sonra Mısır’da Nasır’ın yaptığıyla benzerdir. Bu yüzden Nasır için “Mısır’ın Mustafa Kemal’i” denebilir. Türkiye’de Kemalizm nasıl bir travma yarattıysa Mısır’da da Nasırcılık benzer travma yarattı. Bu nedenle olsa gerek Türkiye’deki İslamcı havzalar İhvan’a sıcak bakarken, Kemalistler/ulusalcılar Nasır çizgisine yakındırlar.
Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu haklı Müslüman beldelerin milliyetçi/ulusalcı kadroları emperyalizme-kolonyalizme karşı olduklarını iddia ederken “dahili sömürgecilik” uyguladılar. Beyaz adamın dünya görüşünü, hayat tarzını, bilgi ve varlık tasavvurunu, kavramsal ve kurumsal çerçevesini/tecrübesini ithal etmekte sakınca görmediler. Türk ulusçuluğunun mimarı ve Mustafa Kemal’in “düşüncelerinin babası” olan Ziya Gökalp “Türk Milletindenim, İslam ümmetindenim, Garb Medeniyetindenim” diyerek kafasının (ve onun nezdinde kurucu kadroların kafasının) ne kadar karışık olduğunu ortaya koydu. Garp medeniyetinin bir bütün(küll) olduğunu ve bu bütünün Yunan düşüncesi, Roma kültürü ve Hıristiyan teolojisinden bağımsız ele alınamayacağını (Durkheim’in sadık tilmizi) Ziya Gökalp fark edememişti. Milliyetçi/ulusçu akımlar ya Sovyetlerin etkisinde kalarak Sosyalizmin ya da ABD’nin çekim alanına girerek kapitalizmin anaforunda debelendi. Kutup bu iki blok dışında bir çıkış yolunun olduğu kanaatindedir. Bu da Müslüman toplumların kendi aralarında yapacağı bir ittifakla İslam’a yaslanan bir yol olabilir. Aksi taktirde dilenci gibi yaşamaktan kurtuluş mümkün olmayacaktır. Şöyle der: “Açgözlüler gibi şuradan buradan devşirdiğimiz zehirli formülleri denedik. Hepsini hayatımızın düşünce, toplumculuk, kanun gibi her bölümüne tecrübe ettik. Hepsiyle gösteri taklit bataklığına saplandık. Görünüş ve düşünce taklitçiliğine aynı anda düştük….. Çünkü bu iğreti kanunlar milletin sosyal bünyesinden, tarihi gerçeklerinden, inanç, gelenek ve göreneklerinden çıkmamıştır. Bütünüyle yabancı bir ortamın malıdır. Kendine göre tarihi, dini, hayat tarzı, ihtiyaçları olan bir ortamın…”(4) Ortam farklılığına yapılan vurguyu biz “epistemolojik dayanaklar” bağlamında değerlendirmek gerektiği kanaatindeyiz. Hiçbir kültür nötr olmadığı, bilakis itikat/inanç kodları kültürün teşekkülünde ve yaşamasında anahtar rol oynadığı için, aynı epistemolojik referanslara sahip olmayan kültürlerin sosyal gerçekliklerinin birbirlerinden farklı olması tabiidir. Bu farklılık sadece biçimsel değildir. İnsan-evren-tabiat-tarih-zaman-mekan-devlet vb. olgular hakkındaki kanaatler de farklılıktan nasibini alacaktır. Demek ki Müslüman toplumlar ne Sovyet sosyalizmine ne de Amerikan kapitalizmine angaje olarak yaşayamazlar. Onların kendi özgün hakikat telakkilerinden ilham almak suretiyle sosyal gerçekliklerini inşa etme zorunlulukları vardır.
Yalta Sözleşmesi’yle parsellenen Dünyanın çift kutupluluğa mahkum olduğu bir dönemde Seyyit Kutub’un “üçüncü yol” olarak İslam’ın özgün diline/söylemine vurgu yapması mühimdir. Çünkü aynı yıllarda Türkiye’de, Latin Amerika’da ve Batı Avrupa’da anti-Kominist mukavemet hattını güçlendirmek için ABD öncülüğünde sağ/muhafazakar siyasallığın önü açılmaktadır. Türkiye’de komünizmle mücadele dernekleri kurularak dindar kesim “kızıl kafir” korkusuyla konsolide edilmekte, Latin Amerika ve Batı Avrupa’da ise kiliseden yardım alınmaktadır. Sağcılığın İslamcı ideolojiyi massetmesi bu sürecin en önemli sonucu olarak okunabilir. Kutub’un üçüncü yol arayışı tam bu esnada özgün bir duruşun imkanı olarak belirginlik kazanır. Ancak sözünü ettiğimiz bu massetmenin önüne geçemez. Bu geçemeyişi, dönemin anti-kominist konjonktürü gibi bir tek sebebe irca etmek kanaatimce doğru değildir. Gelenekten tevarüs ettiğimiz siyasal bilince yabancı edilgin toplumsallığımızın da hatırı sayılır etkisinden söz edilebilir. Devlet erkinin belirleyici ve tayin edici yegane güç olduğuna dair geleneğimizin bıraktığı miras sivil alanın gelişmesine engel olmuştur. Böylece yukarıdan dizayn edilen bir toplum ortaya çıkmıştır. NATO paktına üye olmanın gereği olarak Türkiye tercihini ABD’den yana yaptı ve toplumsal dokusunu da bu yanlılığını sürdürülebilir kılacak şekilde biçimlendirdi. Amerikan sağcılığının benzeri Türkiye’de de ikame edildi. Böylece bir yandan kızıl kafire karşı mücadele edilirken diğer yandan kapitalizmin sinsi ve ayartıcı nüfuzu görmezden gelindi. Ya da fark edilemedi… Denebilir ki bütün dikkatler komünizme yöneltildiği için kapitalizm hiç zorlanmadan mevzisini tahkim etti. Oysa ki Kutub’un kapitalizme yönelttiği eleştirilerin farkında olunsaydı, belki de durum daha farklı olabilirdi. O şöyle diyordu: “Kapitalizm komünizmle açık, fütürsuzca, ulu orta, müsamaha etmeden mücadele ediyor. İslam’la mücadelesini, bazen İslam’ı okşayarak, avutarak, bazen de canını yakarak ,ceza vererek yapıyor. Dikkate değer bir tehlike olursa kuvvete başvuruyor. Alelade vaaz şeklinde olanı sözle söndürüyor….O halde bize düşen sistemli mücadeledir. Ölümsüz metotlu mücadele.. Kalem mücadelesi, eleştirme mücadelesi, teşkilatlı mücadele. (5) Sağcılık mevzisini tahkim ederken Kutup ve benzeri mütefekkirlerin kriminalize edilmesi görevini de üstlendi. Bu noktada en etkili yol mezhebi ve kültürel enstrümanlardı kuşkusuz. Mısır’ın İslami tefekkür mirasına etki eden Afgani-Abduh çizgisine işaret edilerek bu isimlerin mezhepsizliğine ve/veya mezhepleri tek bir çatı altında toplama çabasına(teflik-i mezahib) vurgu yapılarak etkilerinin azaltılmasına çalışıldı. Afgani’nin şii/Batıni olduğuna dair iddialar öteden beri Şiilikle kavgalı Osmanlı-Türkiye havzasında oldukça etkili oldu. Öte yandan aynı ismin Abdülhamit karşıtlığı özellikle öne çıkarılarak sağ/muhafazakar kesimlerin bu isme ilgisi azaltıldı. Kutup ta bu isimlerle irtibatlı/iltisaklı gösterilerek itibarsızlaştırıldı. Böylece Amerikan çıkarları doğrultusunda mevzilenen Türkiye sağcılığı aracılığıyla Kutup’un “epistemolojik bağımsızlık” çağrısı gereken ilgiye mazhar ol(a)madı. Anti-kolonyalist ve/veya post-kolonyalist bağlama hapsedilen bir “üçüncü dünya” düşünürü olarak kaldı.
Not: Sonraki yazımızda Kutub’un “cahiliye” kavramına odaklanarak yazıyı nihayete erdireceğiz inşallah…
Yararlanılan Kaynaklar
1- Bkz. İslam Ansiklopedisi/İmam Serahsi maddesi
2-Seyyid Kutub/İslam-Kapitalizm Uyuşmazlığı/Çev.Abdurrahman Niyazoğlu/Hareket Yay./I.Baskı/İst.1972
3- Seyyid Kutub/a.g.e
4- Seyyid kutub/a.g.e
Kaynak: Farklı Bakış