Seyyid Kutub, İhvan-ı Müslimin cemaatine katılır ve büyük bir imanla, sadakatle bu cemaat
saflarındaki çalışmalarını yürütür. İslam için, İslam yolunda cihad için bütün enerjisini ve gücünü seferber eder. Cemaatin yeni mürşidi ona güvenir ve Hasan el-Benna'dan sonra mürşidi olduğu bu cemaat içinde güvenilecek en önemli isimlerden biri olarak görür onu.
Seyyid Kutub'un bu şekilde gözde biri haline gelmesi, diğer bazı isimlerin de mürşide bu kadar yakın olması cemaatin ileri gelenlerinden birçoğunun canını sıkar. Oysa mürşid, cemaati idare etmede Seyyid Kutub'la birlikte bu isimlere ihtiyacının olduğunu düşünmektedir. Kötülemeler hatta rahmetlinin bana anlattığı kadarıyla sövmeler Mürşid'in ve Seyyid Kutub'un kulağına kadar geliyordu. Ama o bu tür küçük girişimleri önemsemeden faaliyetini sürdürür. Kuşkusuz İslam adına hareket edenlerin bu denli düşük ahlaklı olmaları da onu şaşırtmıyor değildi. Derken darbe gerçekleşir... 1952 yılında Hür subayların gerçekleştirdiği darbe. Kuşkusuz İhvan-ı Müslimin'in desteği olmasaydı bu darbe yapılamazdı. Hür subaylar hareketinin içinde cemaati temsil eden subaylar da yer alıyordu. Darbe sırasında Kahire ve İskenderiye'de en önemli görevleri İhvan mensubu bu subaylar üstlenmişlerdi. Yine özel kuvvetler denilen gençler içinde de İhvan mensupları yer almışlardı ve bunlar darbenin başarısını garanti etmek için üretim tesislerinin güvenliğini sağlamışlardı.
Darbe kısa bir süre sonra İhvan'a cephe alınca böyle bir karşılık beklemeyen cemaat büyük hayal kırıklığına uğradı. Darbeciler onları her yerden, her kurumdan kovdular. Hapishaneleri, zindanları İhvan mensuplarıyla doldurdular. Beyaz Saray'da ve Kremlin'de oturan efendilerine bağlılıklarını bildirmek amacıyla bazı liderleri darağacında astılar.
Doğrudur, ilk başlarda darbeciler İhvan'a resmen yaltaklanıyorlardı. Özellikle Seyyid Kutub'a odaklanmışlardı. Ona devrimin babası diyorlardı. Yanına gidip geliyor, birçok meselede görüşlerinen başvuruyorlardı. Bazen onu kimi toplantılara da çağırıyorlardı. Hatta siyasal partilerin yerini almak üzere oluşturdukları “Özgürlük heyeti”nin başkanlığını üstlenmesini teklif etmişlerdi. Maksatları İhvan'ın da bu heyete katılıp içinde erimesiydi.
İlk başlarda İhvan darbe hakkında iyi niyetler besliyordu. Ama çok geçmeden görüş ayrılıkları büyüdü ve Salah Şadi, Ahmed Adil Kemal ve Mahmud Abdulhalim'in anılarında belirttikleri gibi Cemal Abdunnasır gerçek kimliğini göstermişti.
En önemlisi, Seyyid Kutub da İhvan-ı Müslimin cemaati ile Mustafa Kâmil Muhammed birlikte meşakkatli, zorlu bir sürece girmişti. Aslında Seyyid Kutub'un da 1954 yılında idam edilenler
arasında olması önceden kararlaştırılmıştı. Ama Allah'ın dilemesi, Seyyid Kutub yargılama
sürecinden hemen önce ağır bir hastalığa yakalanır. Bu yüzden Seyyid Kutub'un yargılanmasını
ertelemek zorunda kalırlar. Aralarında Seyyid Kutub olmadan altı şehidi idam ederler. O da
bundan on iki sene sonra şehidler kervanına katılacaktı.
Ancak on beş senelik cezasını çekmek üzere hapse atıldı. Sağlık durumu hapishane koşullarına elverişli olmadığı için de Turra hapishanesinin kliniğine kondu. "Fizilal" tefsirini burada tamamladı. El-Halebi Yayınları hükümete başvurarak, yaptıkları sözleşme gereği Seyyid Kutub'un tefsirini tamamlamasına izin vermelerini istemiş, hükümet de bu isteği kabul etmişti. İlahi takdir, Seyyid Kutub'un "Fizilal"i tamamlamasını sağlamış ve yüce Allah'ın lütfettiği gerçekleri, insanları bağlanmaya davet ettiği hareket tarzını yaymasına fırsat vermişti. Bu, İslami düşünce alanında yepyeni bir çığırdı. İslami hareket için yeni bir başlangıçtı. Savaşın mahiyetini kavrama ve yönetme bağlamında düşünce ve hareket metodu olarak İslami hareketin sahih temellerine dönüş çağrısıydı bu.
Onunla 1962 yılının yazında karşılaşmıştık. Bu da hem bizim hem Seyyid Kutub'un hem de İhvan-ı Müslimin cemaatinin hayatında yeni bir aşamanın başlangıcıydı.
Seyyid Kutub'la karşılaştıktan sonra neler oldu?
Birçoğumuz için Seyyid Kutub'la karşılaşmamız bir dönüşümün başlangıç noktasıydı. Burada
“Biz” şeklinde çoğul zamirini kullanıyorum, bununla yüce Allah'ın Seyyid Kutub'la karşılaşıp onu
dinlemeyi nasip ettiği öğrencilerini kast ediyorum. Allah onun aracılığıyla bizi doğru yola iletti,
bizim için tamamen yeni olan şeyleri görmemizi sağladı. Burada çok önemli olduğuna inandığım
bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Seyyid Kutub'la karşılaşanlar öyle sıradan, boş, gevşek cahili ortamdan gelen gençler değildi. Aksine, İslam için faaliyet gösteren bir cemaatin üyeleriydiler. Ayrıca onlar -onunla karşılaştıkları sırada- hapishanede tutukluydular ve davaları uğruna nice meşakkatlerle sınanıyorlardı. Onun öğrencileri olan bu gençler birçok sınavdan geçmiş, ağır, şiddetli deneyimler yaşamışlardı. Allah bu çektiklerinin karşılığını en güzeliyle verdi. Teröre ve saptırmalara karşı direndiler iman ettikleri hakka sımsıkı sarılarak. O yüzden bu gençler Seyyid Kutub'la buluştukları zaman zaten çok okumuşlardı, çok tefekkür etmişlerdi. Nice badireler atlatmışlardı. Düşünsel ve ruhsal sıkıntıların envai çeşidini yaşamışlardı. Bu da onları daha bir dirençli, daha bir hırslı ve elbette daha bir dikkatli davranmaya sevk ediyordu. İyice araştırmadan her ünleyene uymayacak, her çağıranın peşinde gitmeyecek bir olgunluk derecesine erişmişlerdi. Bunları söylüyorum çünkü bir hakikatin iyice bilinmesini istiyorum. Bizler Seyyid Kutub'la buluştuğumuz zaman İhvan-ı Müslimin deneyimini yaşamış, iyi
taraflarını, kötü taraflarını öğrenmiştik. Bu yüzden omuzlarımıza yüklenen görevin ağırlığının
bilincindeydik. Bunun yanında o sırada bizden epey uzakta olduğunu düşündüğümüz hakikate
de susamıştık. Her birimiz tam olarak ne olduğunu bilemediği ama eksik olduğunu hissettiği bir
şeyin peşinde onu bulacak yollar arıyorduk.
Seyyid Kutub'la karşılaştığımız, onu dinlediğimiz zaman duyduklarımızı iç dünyamızda tartıştık,
aklımızın kriterlerine vurduk. Adam doğru söylüyordu. Susuzluğunu çektiğimiz o eksik şeye parmak bastığını anlamıştık.
Bu yüzden Seyyid Kutub'un öğrencileri için söylenenleri anlamayan, üzerinde düşünemeyen sığ, cahil gençler olduklarını söylemek doğru değildir. Her birimiz Seyyid Kutub'la karşılaştıktan sonra kardeşlerinin yanına öncekinden tamamen farklı bambaşka biri olarak dönüyordu. Adeta yeniden yaratılmış gibi. Hayata, İslam'a, objektif duruma, hükümetlere ve insanlara yönelik bakışı tamamen değişmiş oluyordu. Her şeye karşı duyguları ve zevkleri de elbette.
İçimizde fışkıran bir hayat hissediyorduk. Önü alınmaz coşkulu bir sevinç kaplıyordu benliğimizin gözeneklerini. Bizi Allah'a götürecek ipin ucunu tuttuğumuzu hissediyorduk. Bizi Allah'a ulaştıracak yola adım atmıştık. Bütün benliğimiz baştan başa mutmainlik ve sükunet kesilmişti. Kalbimizi hakkın izzeti, Allah'ın sunduğu hidayetin üstünlüğü doldurmuştu. Mümkün olsa da bu gerçeği bütün insanlara ulaştırmayı, onları körü körüne yaşadıkları zayi oluş, yüzeysellik, körlük kuyusundan çıkarmayı temenni ediyorduk.
Seyyid Kutub'la beraber geçirdiğimiz bu kısa zaman zarfında mümkün olduğunca bu gerçeği
açıklayan, anlatan kitapları okuduk. Mesela ben yaklaşık olarak üç ayı bulan bu süre içinde saygıdeğer üstadın bana verdiği elliden fazla kitabı okudum. Gündüzlerimi onunla, gecelerimi kitap okumakla geçiriyordum. Günde çok çok üç saat kadar uyuyordum.
Buna rağmen o dönemde içim hayat coşkusuyla doluydu. Zihnim son derece berrak ve ruhum
bir yüce ideale bağlanmanın dinginliğini yaşıyordu. Bir güzel rüya gibiydi. Ama uzun sürmedi bu
rüya. Bir gün gözlerimi Kanatir zindanında açmıştım nitekim.
Bu yeniliklerle dolu olarak Kanatir zindanındaki kardeşlerimizin yanına dönmüştük. Ben şahsen
içimin derinliklerinde şu duyguyu taşıyordum: Taşıdığım bu düşünce eşyanın tabiatı gereği tam
anlamıyla bir devrim ve çok önemli bir dönüşümdür. Büyük bir teveccüh görecektir ama aynı büyüklükte bir tepkiyle de karşılaşacaktır.
Ben, Seyyid Kutub ve Muhammed Havaş kadar umutlu değildim. Onlar kardeşlerin bu yeni tasavvuru ve yeni hareket metodunu büyük bir memnuniyet ve açık yüreklilikle karşılayacaklarını düşünüyorlardı. Ama ben ikisinin tam aksini düşünüyordum. İhvan saflarında geçirdiğim uzun yılların verdiği deneyimle bunun bir tek harfini bile kabul etmeyeceklerini hissediyordum. O gün bu düşüncemi biraz kaba hatta sert bir ifadeyle dile getirmiştim. Burada bir kez daha yenilemekte de bir sakınca görmüyorum. Onlara demiştim ki: "İhvan bu gerçeği reddedecektir hem de ilk kez geldiğinde Kureyş'in reddettiği gibi."
Gelişmeler bu zannımı haklı çıkardı. İhvan bu gerçeğe karşı kıyameti kopardı. Bu satırları yazdığım şu günlerde bile hala dinmiş değil bu kasırga. Bu düşüncelere en küçük bir eğilim göstereni nasıl cemaatten dışladıklarını herkes biliyor. Nihayet genel Mürşid adına bu düşünceyi isyan ve sapıklık olarak nitelendiren bir de kitap yayınladılar. Seyyid Kutub'un bize tavsiyesi bu meseleyi Kanatir hapishanesindeki İhvan liderlerine yumuşak bir dille tebliğ etmemizdi. Öfkeli ifadelerle veya keskin tartışmalarla cemaat saflarında bir fitneye sebep olmamamızı istiyordu. Bu ağır hakikati taşıyan üç kişiydik. Üstadımızın tavsiyesini tutmayı aramızda kararlaştırdık. Kanatir'e gittiğimizde sorumlu kardeşle buluştum. O zamanki sorumlu Tuhi Muhammed Taha kardeşti. Yaklaşık beş saat yanında oturdum, içimde ve aklımda olan her şeyi ona anlattım. Beraberimde getirdiğim birkaç kitabı da verdim. Tavrı son derece olumluydu. Dediğim her şeyi doğruladı. Sonra da şunu söyledi: Zihnimde dönüp duran ve ruhumun karşı konulmaz bir istekle yöneldiği fikirlerdir bunlar. Bu arada bu meseleyi uygun gördüğüm kişilere anlatmam ve bir kargaşaya da sebebiyet vermememi de söyledi. Hep arkamda olacağını, yardımını esirgemeyeceğini ve gerektiğinde beni koruyacağını da ekledi. Beraber olduğumuz sürece dediğini yaptı. Halen de bu sözünü tutmaya devam ediyor. Bu gerçek üzere sebat eden, uğruna her türlü fedakârlıkta bulunan öncülerden biridir. Allah onu hayırla ödüllendirsin.
Ne yazık ki diğer iki kardeş öfkeye sebep olacak konuşmalar yaptılar. Bu da doğal olarak zamansız bir kargaşaya yol açtı. Kanatir zindanında kızgın gruplar ortaya çıktı. Bu gerçeğe çirkin saldırılarda bulunuyor, kesinlikle reddedilmesini istiyor ve kendilerince oluşturduğu tehlikeye dikkat çekiyorlardı. Doğal olarak İhvan mensupları Vahat hapishanesindeki liderlerle temas kurup Turra liman hapishanesinden gelen bir grubun temsil ettiği bu yeni fikirleri haber verdiler.
Koparılan onca fırtınaya rağmen olaylar bu yeni gerçeği pekiştiren bir çizgide gelişti. Genel Mürşid'den bir mektup geldi bize. Bizi Fizilal tefsirinde yazılanlardan yararlanmaya çağırıyordu. "Fizilal'de yazılanlar hakkın ta kendisidir" diyordu. İrşad bürosu üyelerinden Üstad Abdulaziz Atiyye de bize bir mektup gönderdi. Bu dönemde İrşad bürosuna başkanlık ediyordu. Kanatir zindanında Üstad Seyyid Kutub'un tavsiyeleri doğrultusunda başlatılan eğitim ve kültür programına bağlı kalınmasını tavsiye ediyordu.
Böylece mesele rayına oturmuş gibi görünüyordu. Bu yeni hareket metodunu ve yeni düşünceyi etüt etmek amacıyla gruplar oluşturduk. Cemaate bu yeni kaynaktan fışkıran yepyeni bir ruh gelmişti adeta.
Doğrusunu isterseniz olup bitenler içime tam anlamıyla oturmamıştı. Meseleyi ciddiye alan çok
küçük bir azınlık olduğunu, geri kalanların bu meseleyi laubali bir şekilde ele aldıklarını, zaman
zaman heyecana gelip sarıldıklarını, çok geçmeden de bu heyecanın kaybolduğunu hissediyordum. Kaldı ki İhvan'ın çapı bu hakikati alamayacak kadar küçüktü. Bunun yadırganacak bir tarafı yok. İstenen uzun süreli, çok boyutlu bir dönüşümdü.
Mensuplarına miras kalan İhvan cemaati gelenekleri, bu yeni düşünce ile öteden beri sahip
oldukları fikirler arasındaki geniş mesafeyi bir çırpıda kapatmalarına izin vermiyordu. Ayrıca bu
yeni fikirler daha başka yüklerin altına girmeyi de gerektiriyordu. İlişkileri yeni baştan düzenlemek demekti. Ve "La ilahe illallah" şahitliğinin gerektirdiği daha başka sorumluluklar vardı. Bu yüzden istenen şey büyük bir çaba sarf etmekti. Biz gençlerin sarf ettiğimiz o cılız çabalar kuşkusuz yeterli değildi. Cemaatin üst makamlarının büyük çaplı bir sevk çabasına girmeleri gerekiyordu. Cemaatin üstleneceği bir kültür ve eğitim programına ihtiyaç vardı. Bunun yanında bireylerin de bu büyük ve ağır yükün altına girmek için gerçek anlamda
bir hazırlık sürecinden geçmeleri kaçınılmazdı.
Ne yazık ki bunların hiçbiri olmadı. Olaylar, sergilenen küçük çaplı çalışmalarla yürüdü. Kültür
ve eğitim gruplarındaki bireyler örgütlendi ve sayıları yirmiyi bulan bu yeni düşünceye karşıt bir
grup, başkalarının bu yeni düşünceyi dinleyip benimsemelerine engel çıkarmaya başladılar (Kanatir hapishanesindeki tutukluların sayısı yüz yirmi kişi kadardı).
Bu yeni kavramların derinlik kazanması ve kalplerde kökleşmesi fazla zaman almadı. Bu arada yirmi senelik cezalarını tamamlayanları serbest bırakmaya başladılar. Biz de bunlar arasındaydık. İçeride cezası bundan fazla olan beş veya altı kişi kaldı.
İhvan-ı Müslimin mensupları arasında bu gerçek doğrultusunda hareket etmemiz ve bu yeni düşünceyi tebliğ etmeye başlamamız ile birlikte bir takım hatalarımız da oldu. Heyecanımız bizi zaman zaman tehlikeli adımlar atmaya yöneltiyordu. Böyle olunca da zaten pusuda bekleyen fitneyi tutuşturmuş, iyice alevlenmesine neden olmuş oluyorduk. Kuşkusuz bu kontrolsüz ve sınır tanımayan heyecanımız cehaletimizin eseriydi. Doğru ve önemli olduğunu düşündüğümüz kanaati açıklamak ve kendimizce çıkardığımız hükmü vermekte cehalet örneklerini sergiliyorduk. Ancak saygıdeğer üstadın uyarıları ve yönlendirmeleri ile derhal bunlardan vazgeçiyorduk. Tabii zamansız ya da insanları davet ettiğimiz hareket metodunun tabiatına aykırı çıkışlarımız da oluyordu.
Ben şu anda bu olanlarda bir gariplik görmüyorum. Çünkü her yeni düşüncenin bütün derinliği ve boyutlarıyla yerleşmesi, istikrar bulması için uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Bu nedenle aceleciliğin, heyecanın, bütün boyutların açıklığa kavuşmamış olmasının bir sonucu olarak gerek düşüncede gerekse uygulamada bir takım yanlışların olması son derece doğaldır. Her şeyden önce Üstad Seyyid'in o sırada hayatta olması anlama veya uygulama alanında sergilenen yanlışların düzeltilmesinde büyük bir etkiye sahipti.
Burada sözünü ettiğim anlama ve uygulama alanında sergilenen yanlış çıkışlara birkaç örnek vereceğim. Böylece bütün bireyleri kuşatan, gidişatlarını ve hatalarını düzelten, olgunlaşmalarını sağlayan aktif ve deneyimli bir liderliğin varlığının zorunluluğu da anlaşılsın istiyorum.
1. Bazı arkadaşlarımızın İmam Hasan el-Benna'ya dil uzatması... Hatta bazıları işi onu tekfir etmeye kadar ilerlettiler. Onlara göre Hasan el-Benna, Tağut'u tekfir etmemiş hatta bazen ona Müslümanlık niteliğini de uygun görmüştü. Ayrıca el-Benna partilerle çalışmış ve parlamento toplantılarına katılmıştı. Yani bu sapık toplulukların Müslüman olduklarını düşünüyordu. Öte yandan kafir düzen ve rejim aracılığıyla Filistin savaşına da katılmıştı... Şehid imam (Allah rahmet etsin) el-Benna'yı tekfir etmek için onun aleyhine bu ve benzeri argümanları kullanırlardı.
Fakat Üstad Seyyid Kutub bu nevzuhur sapmalar ve yıkıcı çıkışlar karşısında çok sert bir duruş sergiledi. Bizi bu tür saldırganlıklardan şiddetle men etti. Şehid İmam Hasan el-Benna'nın tevhide, Allah'ın şeriatının hakim kılınmasına çağırdığını, bu uğurda hakkıyla cihad ettiğini, bir insanın bu uğurda harcayabileceği her şeyi harcadığını, sonunda Allah yolunda canını verdiğini anlattı. O yapabildiği kadarıyla emaneti yerine getirdi. Allah onu hayırla ödüllendirsin.
Şehid İmamın ve cemaatinin yaptıkları hatalar ise neticede sevapla karşılık görecek içtihad kapsamına girer. Bazı ayetlerin ve hadislerin yanlış tevil edilmelerinden, yanlış anlaşılmalarından kaynaklanmışlardır. Onlar da o gün "İslami" toplumları etkisi altına alan realitenin etkisinde kalmışlardır kuşkusuz. Çünkü İhvan kurulduğu zaman hilafetin kaldırılmasının üzerinden sadece beş yıl geçmişti. Bundan dolayı Hasan el-Benna, gelişmeleri çıplak gerçekliğiyle kestirememişti. Kuşkusuz bu da bir hatalar zincirinin oluşmasına yol açmıştı. Ama o her halükârda ecrini alacaktır inşallah. Kaldı ki son günlerinde ve kaleme aldığı son risalelerinde bu hatalardan bazılarının farkına varmaya başlamış ve bunları düzeltme çabası içine girmişti. Tabii zamanı yetmemiş ve yüce Allah onu hakkın yolunda şehid olarak katına almıştı.
2. Bazı arkadaşlarımız kendilerini ziyaret etmeye gelen akrabalarını tekfir ediyor, onlara Allah'ın dininin dışında olduklarını söylüyorlardı. Bu da doğal olarak cemaat saflarında korkunç bir dalgalanmaya sebep olmuştu. Sonunda Üstad Seyyid'in kulağına da gitmişti. Bize bir mektup göndererek bu gibi tehlikeli çıkışlardan şiddetle men etmişti. Şahıslar hakkında bu kadar kolay ve cüretle hüküm vermememiz gerektiğini, böyle bir görevimizin olmadığını açıklamıştı. Bir kimsenin tavrını bütün çıplaklığı ve tüm boyutlarıyla açıklığa kavuşturmadan hakkında küfür hükmünü vermeden önce uzun uzun düşünüp beklememiz gerektiğini vurgulamıştı. Ayrıca bu, tebliğ metoduna da aykırıydı. Çünkü bu metod bizden insanlarla aramızda köprüler kurmamızı istiyor. Hakkı onlara ulaştırmamızın yolu budur. O zaman sükunetle bizi dinlemelerini sağlar ve söylenenleri kavramalarına imkan vermiş oluruz.
Bizim görevimiz bütün insanlarla güzel ilişkiler kurmaktır. Onlarla aramızda geçitler açmalıyız ki kalplerini hakka açabilelim. Bu demek değildir ki tebliğ görevimizi yaparken onlara hoş görünmeye çalışacağız. Bilakis onları tebliğe hazırlayacak ve hakkın onlar nezdinde iyice netleşmesini sağlayacağız. Ama sevgiyle. Bu esnada onların herhangi bir temele dayanmadıklarını unutmayacağız. Biz ise onları doğruya iletmek istiyoruz, çünkü onları seviyoruz.
3. Bazılarımız da -içtihatta bulunarak- bugünkü koşullarda, hükümlerin inmediği Mekke dönemine benzer bir aşamada bulunduğumuz sonucuna varmışlardı. Bu yüzden biz sadece bazı bireysel farz ve yükümlülüklerden sorumluyduk. Fakat bir sistemin ve iktidarın varlığına bağlı olarak uygulanabilen hükümlerden sorumlu değiliz ve iktidar imkanına erişinceye kadar onları ertelememiz uygundur. Bunlar da şeriatın öngördüğü hadler, ekonomi, eğitim, iş ve memuriyet gibi konulara ilişkin birçok şeri hükmü içeriyordu.
Bazılarımız zekatın da devletin toplayıp dağıttığı bir farz olması hasebiyle bu kapsama girdiğini söylüyordu. Doğal olarak çok keskin tartışmalar, kızgın kavgalar yaşandı. Herkes bu işin sonunun İslam'ın emrettiği tüm hükümlere uzanmasından ve işlevsiz hale getirilmelerinden endişe etmeye başladı. Bunun anlamı dini tamamen ortadan
kaldırmak ve yanlış kıyası yıkıcı bir aşırılığa kadar götürmekti. Saygıdeğer Üstad bizi bu tür yanlış kıyaslar yapmaktan çok sert bir dille men etti. İçtihadın mutlaka şeriatın temellerine dayanması gerektiğini, içtihad yapılırken fıkıh usulünün bütün kurallarının gözetilmesinin kaçınılmaz olduğunu vurguladı. Kuşkusuz realiteyi anladığımız gibi nassları da derinliğine kavramamız (tefekkuh etmemiz) gerekir. Sonra bu nassı uygun pratiğe indiririz. Ya da tartışma ve yükümlülük alanında nassa göre amel ederiz. Bu ise hak dinin gölgesinde uzunca bir zaman yaşamayı, onunla şekillenmeyi gerektirir. Kuşkusuz bunun için de kişiye içtihad hakkını veren belli koşulların oluşması gerekir. Zekatta asıl olan imamın toplamasıdır. Ama bir insan herhangi bir vakitte malının zekatını çıkarabilir ve onu belirtilen alanlara dağıtabilir. Müslüman cemaatin liderliğine de zekatın şeriatın belirlediği alanlara harcama yetkisi verilmiştir. Yine bununla İslami harekete destek için kullanılabileceği gibi bireysel ihtiyaçlar için de kullanılabilir. Önemli olan, şartlara göre malın zekatını belli bir vakitte ayırabilmektir.
4. Bir diğer hikaye. Buna da ortalığı karıştıran bir içtihad sebep olmuştu. Cuma namazı meselesi. Bazıları Allah'ın şeriatının hakim olmadığı bir yurtta yaşadığımız sürece Cuma namazının sahih olamayacağı sonucuna varmışlardı. Bu içtihadın bir ikinci sebebini şöyle açıklıyorlardı: insanlara namaz kıldıran imamlara güvenmiyoruz. Çünkü "la ilahe illallah"ın anlamını bilmiyorlar, tağuta dostluk besliyorlar, hakimiyette somutlaşan şirkten ibaret en büyük münkeri reddetmiyorlar...
Bunlar doğru sözler. Ayrıca buna fakihlerin Cuma namazının sıhhati için belirledikleri şartları da ekleyebiliriz. Bunları fıkıh kitaplarında görmek mümkündür. Yolculuk, fitne zamanı, hapiste olmak, kapalı bir yerde tutulmak gibi sebepler de eklenebilir. Cuma namazının sıhhatinin temel şartı, ancak imamın izniyle kılınacak olmasıdır. İmamın (devlet başkanı) himayesindeki büyük bir mescidde eda edilmesi de bir şarttır. Ayrıca Allah'ın şeriatına göre yönetilen mısr olarak adlandırılan bir yerleşim yerinde kılınması da gerekir. Hatta bazı fakihler Cuma namazının küçük köylerde, mezralarda, mahallelerde kılınamayacağı kanaatindedirler.
Burada önemli olan bizim içtihad yaparak Cuma namazının farz olmadığına kanaat getirmiş olmamızdı. Tabii hemen ardından şiddetli bir fırtına koptu. Derken bize bir kez daha direktifler geldi. Cuma namazını kılanlarla birlikte namaz kılın, ardından öğlen namazını kılın. Biz de emirlere uyduk.
Bu direktifin gerekçesi şuydu: Küçük sorunları tahrik edici bir edayla ele almanın, ufak tefek çatışmaları büyütmenin anlamı yoktur. Aksi taktirde bunların tozu dumanı insanları kör eder ve büyük hakikati görmelerini engeller. Ayrıca insanlar bu tür fıkhi meseleleri anlamaktan da uzaktırlar. Bundan dolayı bu tür fırtınaları koparmak doğru değildir. Bunlar insanların büyük hakikati dinlemelerine de engel olurlar. İnsanlar temel gerçeği kavradıkları zaman zaten kendi başlarına geri kalan ve düşünceye, hareket metoduna, tebliğe ve davranış biçimine ilişkin gerçekleri anlarlar.
Eğitim ve hazırlık aşamasının hapishanenin duvarları arasında ve deneyimli bir liderin gözlerinin önünde gerçekleşiyor olması bize Allah'ın bir lütfuydu kuşkusuz. O kadar geniş boyutlu ve hacimli bir süreçten bahsetmiyorum. Ama bizim için çok şey ifade ediyordu. Hareket, davranış, hüküm çıkarma, nassları anlama ve onları pratikte uygulama ile ilgili olarak çok önemli dersler aldık.
Derken bir gün, önceden haber vermeden Üstad Seyyid Kutub ve Üstad Muhammed Havaş'ı serbest bıraktılar. Bunu cezalarının süresini dolduran onlarca kişinin salıverilmesi takip etti. Bundan sonraki gelişmeler de kanıtladığı gibi onların bu şekilde salıverilmelerinin gerisindeki sebep, onlardan tümüyle kurtulmaya ilişkin bir plandı.
Biz de tahliye için hazırlıklar yapmaya başladık. Dışarı çıkmadan, İslam için çalışmaya devam etmek hususunda aramızda sözleştik. Her birimiz konumunu biliyordu. Bu tür rastlantıları, sürpriz gelişmeleri takip eden olumsuz neticeleri bilmemize rağmen yüce Allah'a tevekkül ettik. Ama olması gerekenin olması kaçınılmazdı. Eninde sonunda emir Allah'ındı. Kardeşler arasında hapisten en son çıkanlardan biriydim. 13/7/1965 tarihinde beni salıverdiler. Dışarı çıkar çıkmaz havanın çok gergin olduğunu fark ettim. Kurşun gibi ağır bir bulut çökmüştü her tarafa. Hepimiz hükümetin bizleri yeniden hapishaneye atmak için bir plan hazırladığını hissediyorduk. Öyle anlaşılıyordu ki bu konuda büyük güçlerle bir anlaşma yapılmış. Daha sonra öğreneceğimiz gibi Abdunnasır'ın iktidarını sürdürmesinin bedeli buydu.
Ortalıkta bir takım şayialar dolaşıyordu, İhvan’ın açıktan açığa bir takım faaliyetler içine girdiği söyleniyordu. Yeni bir mürşid seçmek istiyorlarmış ve bunun için bir takım isimler önermişler. Bu söylentilerin arkasında komünistlerin olduğu açıktı. Hükümet de istihbarat örgütleri aracılığıyla onlara yardımcı oluyordu. Daha sonra, Seyyid Kutub'un kardeşi Muhammed Kutub'un tutuklandığını duyduk. Tutuklamalar büyük bir sessizlik içinde devam etti. Çember yavaş yavaş genişliyordu ve nihayet herkesi içine aldı. 11/8/1965 gününün gecesi beni de tutukladılar. Sadece yirmi sekiz gün dışarıda kalmıştım.
Sonra Cemal Abdunnasır ziyaret için Moskova'ya giderken Kremlin sarayının üzerinde uçakta iken İhvan-ı Müslimin cemaatinin tüm mensuplarının tutuklanmasını ve cemaate el konulmasını emretti. Efendilerine bağlılığını, derin samimiyetini, imana ve İslam’a karşı küfre ve inkara yönelik derin sadakatini ispat etmesi gerekiyordu. Olaylar birbirini takip etti.
Birkaç ay önce Üstad Seyyid Kutub'un liderliğini üstlenmeye razı olduğu organizasyon 1965 tarihinde ortaya çıkarıldı. Medya, İslam'a ve Müslümanlara karşı savaş tamtamları çalmaya başladı. İşkenceyle, ağır baskılarla geçen uzun bir soruşturma aşamasından sonra mahkemeler kuruldu. Dünya ilk defa, büyük bir özgüvenle, toplumun cahiliyede olduğunu, yöneticilerin kafirliğini, yeryüzündeki hakimiyetin Allah'a ait olması gerektiğini ısrarla vurgulayan bir İslami gençlik gerçeğine tanık olmuştu.
Bu gençler Mısır'ın en seçkin gençleriydi ve son derece önemli konumlarda bulunuyorlardı.
Bu olay hükümet için, iç ve dış cahiliye için ağır bir darbeydi. Dünya, Firavun'a rağmen onun kucağında, sarayında yeni bir Müslüman cemaatin doğuşunun haberlerine uyanmıştı. Gayet güçlü bir tavırla, sarsılmaz bir dirençle hakkı haykırıyor ve her türlü cahiliyeyi küçük görerek bütün güç merkezlerine meydan okuyordu. Bu vesileyle, Musa'ya iman eden, Firavun'a baş kaldırarak yüzüne karşı korkusuzca ve en ufak bir tereddüt göstermeden "Sen vereceğin hükmü ver. Sen ancak bu dünya hayatında hüküm verirsin" (Taha, 72) diye haykıran sihirbazları hatırlatmak istiyorum.
Herkesin bildiği gibi bu mahkemeler, adı geçen gençlerin hareketine önderlik eden üç büyük şahsiyetin idam edilmeleriyle sonuçlandı. İzzet, onur meydanında hak için, Allah için şehid düştüler.
Seyyid Kutub'un... şehid alimin hayat sayfası böylece kapanmış oldu. O hakkın sancağını yükseltmiş, tevhid kelimesini cahiliyenin yüzüne haykırmıştı. Sarsılmadan, titremeden. O göz kamaştırıcı duruşuyla evrene dönüp bütün insanlara şöyle diyor gibiydi:
"Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi, dedi." (Yasin, 26-27)
* “Seyyid Kutub ile Hikâyemiz”, Mustafa Kâmil Muhammed, çev.:Vahdettin İnce, Tashih Yay., İstanbul, 2019, s. 84-96.