Bazı şairler cerbezelidir. Yüksek perdeden söylerler. Şiirleriyle savaşırlar. Mısralarını kılıç gibi kullanırlar.
Hatırıma hemen Arap şiirinin zirvelerinden Mütenebbi geliyor.
“El-Haylu ve’l leylu ve’l beydau ya’rifuni
Ve’s Seyfu ve’r rumhu ve’l kırtasu ve’l kalem”
Beni bilir, yağız at ve gece ve çöl
Ve kılıç ve mızrak ve kağıt ve kalem
Bu, Ankara yıllarında arkadaşım Fuat Susuz’un bir sohbet esnasında söylediği ve benim de nasılsa unutmadığım bir beyit.
Sonradan bir yerlerde “El-Harbu ve’d darbu” diye başlayan versiyonunu da okudum. Ama Fuat’ın söylediği kulağıma daha hoş geldi.
Mütenebbi, yanlış hatırlamıyorsam bir eşkıya baskını sırasında kaçmaya hazırlanırken birisi ona bu beyti okumuş ve “Sen bu şiirin şairi değil misin, niye sıvışıp gidiyorsun?” diye sormuş.
Mütenebbi, mahcup olmuş, kılıcını çekmiş ve eşkıyaya mukavemet etmiş.
O baskında ölmüş.
Bir gün Mütenebbi’ye çalışmayı zihnimize yerleştirip mevzuumuza devam edelim. Çünkü Mütenebbi anılıp geçilecek bir şair değil.
Bazı şairler daha sessiz, daha derin.
Fuzuli öyledir mesela.
Yanıyor sanki. Sinesi parçalanmış.
“Yarab firkatinde öyle zaif kıl ki tenim/Vaslına mümkün ola yetürmek saba meni.”
Dilimin ucuna gelmişken söyleyeyim.
“Hakir bakma mana kimseden sağınma kemem
Fakir-i padişeh-asa, geda-yı muhteşemem”
Tamam, fakir ama padişah gibi bir fakir.
Dilenci, ama muhteşem bir dilenci.
Büyük bir şey istiyor çünkü, Sevgili’den Sevgili’yi istiyor.
İnsanın içine işleyen bu ses, bana o cerbezeli şairlerin sesinden daha tesirli gelir.
Elimde arkadaşım -çok seyrek görüşüyorsak da arkadaşım- Arif Dülger’in ‘Sessizce’si var.
Şakir Kurtulmuş, Çıra Edebiyat’la ne güzel işler yapıyor!
Göndermiş kitabı ama, gözümden kaçmış.
Sessiz sessiz okudum Arif’in ‘Sessizce’sini.
Arif de sessizdir.
Şiiri de... Sessiz sessiz akar, Arif’in iç dünyasında.
Ama iyi ki arada bir parlayıp kaybolarak değil, kesintiye uğramaksızın akar.
Bağırmaz. Sessizce söyler, acısını da sevdasını da.
“iliklerimden sessizce yürüyor su/içimin kırılgan narin dallarına”
“ay doğarken tenhada gülü koklamış/gül, gülse de aklı başından gidiyor”
Bu şiir, Arif’in mizacına yakışıyor.
Belki çok geç kaldım söylemekte. Arif’in kendi şiirine karşı daha seçici olmasını temenni ederdim.
“Dur, esme ey rüzgar
Esme ne olur
Yarin elleri değmiş o güle”
Güzel söylemiş. Bu kadarı bile yeterdi.
‘Fena’ diye bir şey var. Bu hissi de veriyor gül ve rüzgar değil mi?
“Yürüyorum/elimde altın anahtarı yalnızlığın/hüzün: üstüme sürgülediğim kapı”
Külbe-i ahzan gibi.
Yaralı bir Adam, Arif Dülger.
“Gülü derledim bir rüzgara verdim/Gamzelerine konup ağlasın” derken yarası aşikar oluyor.
“kuruyan ırmakların koynundayım/dağların yorgun konuğu bir hatip” veya “Acı olsun varsın hissettiğim/tatlı bir hayal denizindeyim” derken de...
Bir adamın, tabii ki bir şairin de, yarasını bunca zaman yaşatması saygıya değer.
Anne acısı... Ağırdır. Kötü silkeler adamı.
Ona da isabet etmiş.
“gözyaşını silemedim/elini ayağını öpüp/uçacağını bir kelebek gibi/avuçlarımdan Cennet’e; bilemedim.”
Bütün annelerimize erişsin Rahmet-i Rahman.
Bu yazı da, sık görüşmesek de Arif Dülger’in şirini gıyabında sessizce okuduğumuzun ve kadrini bildiğimizin nişanesi olsun.