Ali Bulaç ile bu kadar çabuk senkronize olmamız beni tartışmanın seyri konusunda umutlandırdı. Bir fikir tartışması/müzakerede insan kelimelerin, muhakemelerin, delillerin ötesine geçip karşısındakinin vicdanını arıyor. Ali Bulaç’ın ilminin derecesini tayin etmek haddimi aşar, sadece vicdanına saygımı bütün kalbimle teslim ediyorum. Tedafüi bir çaba içinde değil, sırtında yumurta küfesi yok. Eleştiri oklarını Taliban’a, Selefiliğe, din/şeriat deyince kan kokusu alan her kesime çekinmeden yöneltiyor. Din, gelenek ve modernite arasında kurduğu köprüler ilham ve umut verici. “Şeriat, din, can, mal ve akıl güvenliğini sağlamak zorunda” diyor. Bahsettiği evrensel insan hakları, bunları teminat altına alan bir Şeriat’e kimsenin, hatta başka din mensuplarının bile itirazı olmaz. Yalnız biri çıkıp bunun laiklikten başka bir şey olmadığını söyleyebilir.
İrtidat suçundan başlayarak Münzel Şeriat’e dayanarak yapacağı yeni fıkhi yorumları ilgi ile takip edeceğiz. II. Meşrutiyet döneminde İslâm mecmuası etrafında yüksek irtifada seyreden Ziya Gökalp, İzmirli İsmail Hakkı ve Halim Sabit’in sürdürdüğü “İçtimai Fıkıh Usulü” tartışması geliyor aklıma. Ali Bulaç’ın üslendiği görev çok meşakkatli bir iş; ama oldukça hayırlı bir teşebbüs. Ben her zaman yaptığım gibi eleştirmeye ve fırsat buldukça itiraz etmeye devam edeceğim. Benim temel tezim ortalığı yakıp yıkan, kimseye nefes aldırmayan Şeriat yorumlarının edille-i erbanın yanlış anlaşılmasından değil, siyasi çıkar hesaplarından kaynaklandığı yönünde. Taliban’ın Peştun milliyetçiliği ile dar Şeriat yorumu arasındaki çelişki vakıanın dini bir mesele olmadığını gösteriyor. Konumuz sadece fıkıh değil; itikadî ayrılıkların arkasında da aynı siyasi çıkar hesapları var. Ali Bulaç’ın fıkıh ile sınırlı kalmaması için, aşağıda itikadi bir mesele olan kader bahsinin siyasi çıkarlara göre nasıl çarpıtılıp yorumlandığını göstereceğim.
Laiklik konusundaki ısrarımı bu çerçevede, yani siyasi çatışmaların dini istismarını engellemek adına yeniden temellendireyim.
İktidar tutkusu için dini sopa gibi kullananlar, inancını zorla dayatmaya kalkanlar olmasaydı laiklik diye bir prensipten hiç haberimiz olmayacaktı. Taliban’la başlayan, Türkiye’de Diyanet üzerinden süren tartışmada benim sorum hep aynı kalacak: Müslümanı Müslümandan koruyacak bir şeriat yorumuna, laiklik dışında herhangi bir garanti bulabilir misiniz? Laiklik, Şeriat düzeninin muadili alternatif bir düzen değil, sadece basit bir prensip: Din-inanç kavgalarının önüne geçmek için devlet otoritesini dinler ve din yorumları (Şeriatler) tartışmalarında tarafsız konuma getirin, insanlara inançlarına göre farklı davranmayın. Hepsi bu kadar.
Kader:
Tarih, istisnasız her seferinde kanıtladı: İktidar hırsı ile tutuşanlar, çıkar peşinde koşanlar muhataplarının inançlarını basit bir araç olarak kullanmışlar; onları iktidara getirecek veya iktidarda kalmalarını sağlayacak din yorumlarını bütün güçlerini kullanarak egemen kılmışlar. İktidarlarına zarar vereceğini düşündükleri yorumları ve sahiplerini ise yok etmişler. İstisnai olaylardan değil, tarihe genel akışını veren temel karakterden bahsediyoruz. İslâm tarihinde daha bidayetinde insan iradesi ve özgürlüğü ile kader tartışmaları gibi felsefenin ve Kelâm’ın ilgi alanına giren hassas bir meselenin binlerce insanın hayatına mal olan bir kavgaya dönüşmesini siyasetin ve iktidar tutkusunun cüretine misal olarak alabilirsiniz. Muaviye iktidarını meşrulaştırmak için kader inancını “cebir” doğrultusunda yorumlayarak Allah’ın kendisini doğrudan devletin başına getirdiğini, bütün icraatlarının bu yüzden isabetli kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Göçebe ağa sürüsüyle köyün yanından geçerken ilk defa bir ezan sesi duyuyor, ne olduğunu adamlarına soruyor. Din, namaz, farz gibi cevaplar kendisine karışık gelince: “Bırakın bunları, mala melale zararı var mı? Siz bana onu söyleyin.” diye cevap yetiştirmeye çalışanları azarlıyor. Tarih boyunca güç ve iktidar sahiplerinin Fıkıh, Kelam meselelerine ve Şeriat yorumlarına bakışı hep böyle olmuştur: “Bu işten benim iktidarımın payına düşen ne olur?”. Aksine tek bir örnek yoktur. Fazlası, zor zamanlarda Muaviye’nin başlattığı gelenekte olduğu gibi Şeriat yorumu sadece siyasî zorbalığa gerekçe uydurmak için seferber olmuştur.
Kader bahsine dönüp, Muaviye’nin yaşayan mirasına değinelim. “Kadere iman” meselesinin imanın şartları arasında sayılıp sayılmayacağı tartışma konusudur. Kadere imanın yanına iliştirilen; böylece imanın şartlarından kabul edilen ve Amentü’de yer alan “hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği” inancında Cebriye izini görebiliyor musunuz? Açıkça “kötülüğün Allah’tan geldiğine inanmak” imanın şartlarından biri sayılıyor. “Kullarına kötülük yapan Tanrı” inancı, nasıl imanın şartlarından biri olur? İslâm Ansiklopedisi’nde Yusuf Şevki Yavuz’un kaleme aldığı derli-toplu “Kader” maddesini okumanızı tavsiye ederim. Şöyle yazıyor: “Kader probleminin odak noktasını oluşturan insanların fiilleri konusunda Kur’an’da dileyenin iman, dileyenin inkâr edebileceği, itaat ve isyanın insanın iradesine bağlı kılındığı, kişilerin işledikleri ameller karşılığında cennete veya cehenneme girecekleri, iyi işlerinin lehlerine, kötü işlerinin aleyhlerine olduğu ve Allah’ın kullarına asla zulmetmediği ifade edilmiştir (el-Kehf 18/29; es-Secde 32/19-20; Sebe’ 34/37-38; Yâsîn 36/54, 63-64). Devamında “kader”in iman esasları arasında yer almadığına dair rivayetlerden bahsediliyor.
İmanım zarar mı görüyor bilmiyorum; “Kötülük yapan tanrı” imgesi benim inancıma ters düşüyor. “Sınamak” ayrı ama “kötülük yapmak” ne demek? Yaradan kullarına neden kötülük yapsın? Konuyu merak edenlere, İslamiyet’ten üç asır önce yaşamış, bu yüzden Müslüman kabul edilmesi gereken Saint Augistunus’un İtiraflar’ında “kötülüğün Tanrı’dan geldiği” tezine isyanını ve O’ndan sadece iyilik geleceğine dair muhakemesini okumasını tavsiye ederim.
Amentü’ye “kötülük yapan Tanrı” inancını sokan Muaviye ve sürdürenler oluşturduğu geleneğin takipçilerinden başkası değil. Ne için? Yaptıkları bilcümle kötülüklerin, zulümlerin, haksızlıkların vebalini Tanrı’ya yüklemek için. Kader bahsinin ve insan iradesi ve özgürlüğüne dair tartışmaların arkasında işte bu siyasi mülahazalar ve Yaradan’a kötülük atfetmek türünden zorlamalar var.
Tekrarlayalım: Siyasetçinin kafasındaki ve elindeki din basit bir iktidar sopasıdır. Kimi zaman birilerini dürtmeye, kafasını kaldıranların başına vurmaya, kimi zaman da ayakta kalmak için baston gibi kullanmaya yarar. Dini-Şeriati, hatta laikliği değil siyaseti tartışıyoruz. Sonucu sebep görme hatasına sakın düşmeyin. Sönen ocakların, zulme uğrayanların müsebbibi din değil siyasi hesaplar. Din siyasetin uzağında kalabilse kavga konusu olur mu? Cevher olan siyasetin dünyasında olup bitenler; kavga sebebi olan geri kalan her şey onsuz mevcut olmayacak veya kolayca çözülecek arazlar veya sonuçlar.
“Timşel”
Bütün dinlerin çözümsüz-merkezi sorunu olan insan iradesi ve özgürlüğü sorunu, yani kader meselesi ile Şeriat mevzuunu Kelâm alanında takip edelim. Önce bir hatırlatma: Bugüne kadar çözülememiş evrensel bir teoloji sorunu ile karşı karşıyayız. İki önerme: Tanrı her şeye kadirdir, gücünün-bilgisinin sınırı yoktur, olanları ve olacak olanları, hatta insanın aklından geçeni bilir (kadir ve kader aynı kökten gelen kelimelerdir). İkincisi: İnsan muhtardır, bütün fiillerinden sorumludur; dünya hesaba çekileceği geçici bir imtihan yeridir. Bu iki önerme birbirini nakzediyor. Her şeye kadir bir Tanrı karşısında kulun iradesi ve özgürlüğü nasıl mümkün olabilir? Benzer argümanları ve muhakemeyi kullanan Aziz Augistunus’tan Gazali’ye kadar teoloji tarihinde bu iki önerme arasındaki çelişkiyi, yani kader meselesini çözebilen biri çıkmamıştır.
Steinbeck’in Cennetin Doğusu isimli romanı bu çözümsüz soruna farklı bir bakış açısı getiriyor ve kutsal metinlerin insanın ve toplumun doğasını anlama konusunda nasıl zengin bir kaynak olabileceğini gösteriyor. Romanın kurgusu Tekvin’de Habil-Kabil kıssasında geçen İbranice tek bir kelime etrafında dönüyor: “Timşel”. Bir iktidar rekabetini takip ediyoruz.
Bütün zamanların bu en çarpıcı hikâyesi sadece İbrahimî geleneğe ait değil. Mısır mitolojisinde Seth-Osiris hikâyesi, Yunan mitolojisinde Prometheus-Epimetheus hikâyesi de benzer kurguya sahip. Hikâyede üç taraf var: İyiliği temsil eden Habil, hırs ve kötülük çukurunda Kabil ve birinin takdimesini beğenip diğerininkini beğenmeyen ve kardeşlerin birbirine düşmesine sebep olan Tanrı. Bu hikâyede Şeytan yer almaz ve varlığına hiç ihtiyaç duyulmaz.
Tanrı, çoban Habil’in yağlı et olan takdimesini beğenir, çiftçi Kabil’inkini beğenmez. Tekvin’de ayet şöyle devam eder (4:5-7): “Ve Kabil çok öfkelendi, ve çehresini astı. Ve Rab Kabil’e dedi: Niçin öfkelendin? Ve niçin çehreni astın? Eğer iyi davranırsan, seni kabul etmeyecek miyim? Ve eğer iyi davranmazsan, günah kapıda pusuya yatmıştır; ve onun istediği sensin; fakat sen ona hükmedeceksin.” (Roman’ın kilidi olan son kelime “hükmedeceksin” İbranice “timşel”; standart Kitab-ı Mukaddes çevirilerinde “fakat sen ona üstün ol” diye çevriliyor. İngilizcede “but you must rule over it.” ibaresi yer alıyor.) Steinbeck üç farklı karşılık üzerinde duruyor: “Hükmet”, “hükmedeceksin”, “hükmetmelisin”.
Steinbeck dinle arası pek iyi olmayan bir romancı, bu ayetin ve “timşel” kelimesinin peşine düşmesinin gerekçesini kahramanlarından birinin ağından şöyle açıklıyor: “Doğru olduğunu, bizim için doğru olduğunu içimizde hissetmedikçe hiç bir öykünün gücü ve kalıcılığı yoktur. İnsanların ne büyük bir suçluluk yükü var!” Araştırdığı şey insan iradesinin özgürlük sorunu yani kader meselesidir. Kabil-Habil hikâyesi bu zor meseleyi taşıyacak kadar güçlüdür. Roman kahramanı meseleyi Çinli-Konfüçyüsçü yaşlı bilgelerin (yani yabancıların) önüne koyar. Yaşlı adamlar hikâyeyi dinleyince, sahiciliğini ve gücünü teslim edip İbranice öğrenmeye başlarlar. İki senenin sonunda “timşel” kelimesini “hükmedebilirsin” diye çevirip, vazifelerini tamamlarlar. Çıkan sonuç şudur: “Günaha hükmedebilirsin.” Steinbeck bu yorumdan bir özgürlük umudu çıkartmaktadır.
Kur’an Maide Suresi 30. ayet, böyle bir araştırma-soruşturmaya gerek bırakmadan Habil-Kabil kıssasında yer alan bu sorunu kökünden çözmektedir: “Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” Habil’in ölümünün sorumlusu Kabil’in nefsi yani onun özgür iradesidir. Özgürce iyiliği ve kötülüğü seçme hakkını kullanmış ve kaybetmiştir. Yaradan ondaki eğilimi görmüş, onu ikaz etmiş, bu kötülüğü önlemeye çalışmıştır.
Kısaca haksız bir yönetim, birilerinin iktidar hırsı kaderimiz değildir. Muaviye dini alenen tahrif etmiş, kendi zulmünü Yaradan’a mal etmiştir.
Unutmayalım: Hepimiz Kabil’in çocuklarıyız, bilhassa kötülüğe meyyal güç ve iktidar sahipleri.
Ali Bulaç vicdanı ve engin birikimi ile herkesin canına, malına, namusuna kefil olacak bir Fıkıh ve Şeriat yorumu yapabilir; peki kendi zulmünü ve kötülüğünü Yaradan’a isnad edecek kadar dini eğip bükmeye muktedir olanların hükmetmesini engelleyecek bir formül bulabilir mi?
Kaynak: Farklı Bakış