Patrona’da, Kabakçı’da, Vaka-i Hayriye’de kazanlar devrildiğinde, Şeyh Ahmet’in liderliğinde padişaha suikast hazırlayan cemiyette (1859’da Kuleli Vaka’sında), 1876’da Suhte İsyanı’nda, 31 Mart Vaka’sında başkaldıranların, sokağa dökülenlerin hepsinin dilinde aynı slogan vardı: “Şeriat İsterüz!” Gerçekte ise hepsinin, hatta aynı vak’ada birlikte sokağa dökülenlerin muradı bile farklıydı: İyi tarafından bakarsanız adalet talebi, sütre gerisine bakarsanız güce-iktidara sahip olma, hiç olmazsa ortak olma talebi. Dün “Şeriat” diye ayaklananlar nasıl başka şeylerin peşinde ise bugün de aynı kavramın etrafında (laikliği de ilave edersek) süren gerilimin siyasi tarafları kazanacaklarının ve kaybedeceklerinin peşindeler. Kavram bilgisi, teorik birikim hayatın önünüze koyduğu gerçekler karşısında hiçbir derde deva olmuyor.
- Önce kavramsal tartışmayı bitirelim: Anayasa’nın 10. Maddesini tekrarlıyorum: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” Madde devamında Devlete, bu eşitliği yaşama geçirme görevi yüklüyor. Laiklik kavramının anayasada yer alıp almaması dahil, tam anlamıyla laik bir düzen için ilave bir maddeye veya formülasyona ihtiyacınız yok. Bu maddeye devletiniz tam olarak uyduğu zaman, evrensel standartlara uygun laik bir düzene sahipsiniz demektir. Madde ırçılığı önlerken, anadile saygıyı da düstur olarak benimsiyor. Laikliğe gelince: Devletiniz kimseye siyasi düşüncesine (Atatürkçü, Kemalist, liberal, sosyalist, İslamcı veya milliyetçi), felsefi inancına (ateist, deist, materyalist, spiritüalist, meşşai, işraki; “hayatta en hakiki mürşit bilimdir” diyen pozitivistler ve bunu din karşıtı ideoloji olarak laisizm adıyla benimseyenlerden hermeneutikçilere kadar) ve tabii sayısını devletin tayin edemeyeceği dinler ve mezhepler karşısında ve ucu açık şekilde “benzeri sebepleri” bu sayılanlara ekleyerek vatandaşlarınıza kanun önünde eşit statü sağladığınız zaman ve devlet bu yükümlülüğe uyduğu takdirde başka hiçbir sorun kalmıyor.
Beyhudelik duygusuna kapılıyorum, bir daha tekrarlamayacağım. Laiklik Şeriat gibi hüsn ve kubhu düzenleyen bir değer sistemi değil. Bireyin devlet iktidarı karşısında inanç farkı gözetilmeksizin eşitliğini sağlayan bir prensip. Devletin dini kurumlara eşit mesafede durması laiklik açısından bu eşitliği sağlamanın zaruri sonucu. Şeriatin alternatifi laik düzen değil; şeriatlerin yan yana bulunduğu yerde devletin bu eşitlik prensibi ile hepsine eşit mesafede durmasını sağlayan basit bir temel ilke. Yine tekrarlıyorum. Şeriat hüsn ve kubhu belirler, laikliğin böyle bir iddiası yoktur; basit bir ahlâk sistemi bile öngörmez, öngöremez, çünkü kişilere değil devlete uyması gereken bir görev vermektedir.
Ali Bulaç’ın din istismarı ile laiklik istismarı arasında kurduğu denklik, salt retorikten ibaret. Din istismarı şeriat kılıfı ile yapılır, siyasi çıkarı için dini istismar edenler kendisine muhalefet edenleri-eleştirenleri katli gereken bagy olarak ilan eder, onlara yaşama hakkı tanımazlar. Kendisine oy vermeyenleri “patates dini”ne gönderirler. Laikliğin bir doğru-yanlış, iyi-kötü cetveli yok. İnanç çatışmalarında kişiyi koruyabiliyorsanız, kurumlarınızı bu koruma görevini üstlenecek şekilde düzenliyorsanız mesele kalmıyor. Dinlerin, “modası geçmiş dünyayı anlama biçimleri olduğunu öne süren pozitivizmi”, laiklik adına dayatırsanız -alın 10. Madde- o zaman laikliği istismar etmiş olmazsınız, düpedüz bir şeriat yorumunu egemen kılar gibi bir felsefi inanca göre davranmaya devleti zorlamış olursunuz, yani laikliğe aykırı davranırsınız. Farklı din yorumları ve şeriatler gibi farklı laiklik düzenleri olamayacağı için böyle bir istismar laiklik adına ancak mahkum edilir. Laikliğe dön çağrısı yapılır.
Başörtülü yargıcın vereceği karara gelince. Batı geleneğinde hakimlerin peruk takmalarının, yüzlerini pudralayıp siyah bir cübbe ile kürsüye çıkmalarının sebebi kişiliklerinin (tercihlerini ve ahlaki taraflarını) görünür olmaktan çıkartılmasıdır. Bu tür gelenekler uzun zamanlarda olgunlaşıyor. Başörtülü bir yargıcın sorunu başındaki örtü değil, verdiği karardır. Zaman içinde başörtülü yargıçların kararlarının temyizden dönmesi gibi istatistikleri biri merak edip yayınlayınca mesele ortaya çıkar. İnancından ve kişiliğinden sıyrılmış bir şekilde kürsüde oturup bir eşcinselin mağduriyetini bir başörtülü karşısında gideren bir başörtülü yargıca kimsenin itirazı olmaz.
Eşitlik prensibiyle ilgili tarihimizden bir hatırlatmayı ekleyelim: Bizde laik düzen (bir çok Avrupa ülkesinden daha önce) 1856 Islahat Fermanı (Müslim- Gayrımüslim eşitliğini sağlayan ve Müsavat fermanı diye şöhret bulan) ile tesis edilmiştir.
Kadir Canatan’ın haklı olduğu husus, bu 10. maddenin anayasada yer almasına rağmen fiili karşılığından İslâmcılar kadar laik kesimin de bihaber olması. Bu maddeyi görmezden gelip Atatürkçülüğü veya pozitivizmi laiklik diye takdim etmeye kalkanlar işte bunu yapıyor.
Şimdi tartışmamıza dönelim. Eşitlik dediğimiz prensibin felsefi ve dini inanç farkı gözetmeden uygulanması nasıl istismar edilecek? İstismar ediyorsanız demek ki bu laiklik değil. Buyrun koyun 10. Maddeyi önlerine.
O zaman İslâmcılara sorulacak en sade soru şu: Anayasamızın 10. Maddesini Şeriat’e uygun bulur musunuz? Bu prensibe uyan bir devletten razı olur musunuz?
- Ali Bulaç’ın zarif dokundurmalarına gelince: Önce ahir ömrümde Ali Bulaç’a olan zaafımın resmini çizeyim. Silivri’de duruşmaya giderken yanımıza su, mendil gibi ihtiyaç maddelerini kantine sipariş edip, ring aracına binerken memurlardan teslim alıyor, sonra da artanları -koğuşa götürmek yasak olduğu için- çöpe atmamız gerekiyordu. İçinden bir tane alınmış bir selpak paketini, ertesi gün de kullanabilmek için çıkışta ve girişte bizi aldıkları bekleme odasında yüksekte duran kalorifer peteklerinin üzerine sandalyeye çıkarak yerleştiriyorduk. Aniden kapı açıldı ve 25 yaş civarında infaz memuru Ali Bulaç’ı sandalyenin üzerinde yakaladı. “Ali” bağırtısı ile başlayan hakaretleri çok ağırdı. Bu hatıra benim için bu dönemin sembolüdür. Ben eski kulağı kesiklerdenim, 12 Eylül’de de benzer (daha da ağır) muameleye uğradım, bana yapılanları bağışlarım, ama o gördüğüm manzarada hesabı sorulması gereken birçok ayrıntı olduğuna inanıyorum. Ali Bulaç gibi bir adam, iki düzineye yakın kitap ve koskoca bir Tefsir telif etmiş bir alim iki seneden fazla hapis yattı ve bu muamelelere maruz kaldı. Suçu neydi? Hakkında verilen ve suçsuz olduğunu hükme bağlayan AYM ve AİHM kararları acaba kimi haksız çıkarttı? Ona bu muameleyi müstahak gören güç sahiplerinin bir çoğu, Ali Bulaç’ın kışlık paltosunun iç cebinden çıktı. Sözüm o ki Şeriat kimseyi korumuyor, gündelik çıkarlara göre eğilip bükülüyor ve bir iktidar sopası olarak güç sahiplerinin elinde boyun eğmeyenlerin kafasına iniyor. Patrona’nın, Kabakçı’nın, Derviş Vahdeti’nin “Şeriat’”i dışında nesnel gerçekliğe nasıl ulaşacaksınız? İdeal düzeninizi güç sahiplerinin, hele de şeriat adına hareket ettiğini iddia edenlerin gadrinden, -hatta kendinizi de- nasıl koruyacaksınız?
- Dindarlığın azalması sorunu: Biz kavramları tartışırken bir başka yerden reel bir sorun, Türkiye’de 20 yıllık İslâmcı-Muhafazakar iktidarın hasılası olarak dindarlıkta, muhafazakar değerlere bağlılıkta görünür geri gidiş kendini gösteriyor. Ali Bulaç’ın bu problem hakkında Farklı Bakış’ta yayımlanan röportajını dikkatle okudum. Bütün bir ömür boyu verdiği emek, gösterdiği çaba eski talebeleri tarafından boşa çıkartılmış namuslu bir münevverin serzenişlerini buldum söylediklerinde. Toplumdaki dindar görüntünün kötüye gittiğini Ali Bulaç da teslim ediyor ve bunu “İslamcı geçinen grup ve iktidarların İslâmiyeti temsil noktasında gösterdikleri zaafa” bağlıyor, büyük ölçüde.
“Her varoluş kendi yokoluş tohumlarını bünyesinde taşır”. Dindarlıktan soğumaya dair sosyolojik verilerden bihaberim, ancak ben de gündelik hayatımda, yakın çevremde dinden uzaklaşmanın somut görüntüleriyle karşılaşıyorum. Deizmin yanına bir de inanç sistemi olarak çok rağbet gören Astrolojiyi de eklememiz lazım. Şayet bu eğilim istikrarlı bir çizgi takip ediyorsa siyasi İslâm’ın geleceği de dahil, yeni iktidar denklemlerine göre enine boyuna öngörülere konu edilmeli. Dinden soğuma, aynı zamanda dar kapalı gruplarda radikalleşme eğilimini de beraberinde getirir. Dindarlar dahil bütün kesimler için tehlike sinyalleri bunlar.
Silivri dönemini konu alan kitabımda Ali Bulaç’a geniş yer verdim. Son yazısında dipnotunda verdiği hakkaniyetli şu pasajı da ekleyeceğim.
Bir keresinde Silivri’de yargılanırken Mümtaz’er Türköne, hakimler heyetine mealen şöyle demişti: “Şimdi, bu salonda yargılanan Ali Bulaç’ın ortaya attığı Medine Sözleşmesi’ne kulak verilseydi, bunların hiçbiri olmazdı.” Vesika’nın güncellik kazanmasında kendisinin de değerli katkıları (Mümtaz’er Türköne, Müslümanlar ve çoğulcu toplum tasarımı, Birikim, Sayı: 43, Kasım-1992. )olan Türköne’nin, neredeyse tek çıkış yolu laikliği gösterirken kastının ne olduğunu anlıyorum; bu ülkenin siyasi birliğini, sosyal barışını önemseyen bir fikir ve bilim insanıdır. Laikliğe yaptığı kuvvetli vurgu, bu hayati konunun daha derin ve şümullu müzakere edilmesini, İslami hayat ve pratikleri önemseyenlerin kendi geçmişleri ve bugünkü gerçekleriyle yüzleşmelerini sağlayabilir. “Bârika-i hakikat, müsademi efkârdan çıkar.”
Doğru, son otuz yılda Ali Bulaç’ın eseri olan uzlaşmaya, farklılıkları barış içinde bir arada yaşatmaya yönelik Medine Vesikası merkezli bir gelişme yaşansaydı bugün Türkiye çok farklı bir yerde olur, İslâmcıların da övünebilecekleri mirasları konuşulurdu. Doğru her zaman doğrudur. Bu perspektife bugün de ihtiyaç var.
Son olarak daha önce de not aldığım ama vurgulamayı ihmal ettiğim bir mantık hatası üzerinde duracağım. Şöyle diyor Ali Bulaç: “İstismar kötülüğünü sadece dindarlara veya Müslümanlara hasredenler farkında olsun olmasın din ve İslam karşısında büyük cürüm (suç ve günah) işliyorlar. Çünkü kötülüğü sadece istismarcı dindara hasrettiğinizde dine ve İslamiyet’in kendisine “kötü bir öz” atfetmiş oluyorsunuz. Demek istiyorsunuz ki, din özü itibariyle kötülüktür, kim ona yanaşırsa bu kötülük ona bulaşır, kendisi de kötü olur, kötülük işler.”
Kaynak: Farklı Bakış