“Şeriat nedir?” sorusuna karşılık bulmak için, kitabın tam ortasından, hararetli bir konuyu çekip nazara verelim: Taliban’a da, Laik düzene de, Diyanet’in konumuna da sağlam bir giriş kapısı olacak kadar diri, somut ve çarpıcı bir soru: “Şeriat inanç özgürlüğü konusunda ne diyor?” Şu evrensel-laik hukuktaki, artık hiç tartışma konusu bile yapılmayan temel hak ve özgürlükler alanındaki malum prensip: “İsteyen istediğine inanır ve devlet dahil hiç kimse başkasının inancına karışamaz.” Peki Şeriat ne diyor; hiç tartışmadan, ihtilafa düşmeden, farklı bir yoruma ve tevile izin vermeden? Meselâ Müslüman doğmuş biri inancını değiştirmeye, başka bir dine intisap etmeye karar verirse? Suçun adı irtidat; bu suçu işleyene de mürted deniyor. Şeriat’in mürtedler için hükmü açık ve net: “İdam edilir.”
Sadece İslâm Şeriati’nde değil, dini nasları referans alan bütün hukuk sistemlerinde, tarih boyunca çok sayıda insanın hayatına mal olan bir sorunla mevzuya girdiğimizi ve bu sorunun karşılığının canlı bir şekilde Şeriat tartışmalarının merkezinde sürdüğünü vurgulayalım. Uygulamayı hatırlatalım: Bir çok alanda Şer’i hukuka bağlılığı tartışma konusu olan Osmanlı Devleti “mürtedlere idam cezası”nı tarih boyunca hiç sektirmeden uyguladı; hatta Avrupa devletlerinin müzahareti ile varlığını sürdürmeye başladığı, ve bir insan hakları belgesi olan Tanzimat Fermanı’ndan sonra bile. En son 1841 yılında Selanik’te Kâtip Muhittin isminde biri, irtidat suçundan idama mahkûm ediliyor; Avrupa ayağa kalkıyor ve buna rağmen ceza infaz ediliyor. Sonra Şeyhülislamlığın verdiği fetva ile, Müslüman iken din değiştirenlere idam cezası vermeye devam edileceği, ancak uygulanmayacağı, onun yerine cezanın sürgün cezasına çevrileceği teviline gidiliyor.
Cariye ile İstifraş Hakkı:
İkinci canlı örnek kölelik kurumu. Geçmişte kalmış bir uygulamadan değil, bugünden bahsettiğimizi ihtar ederek konuya girelim. Şeriat’ın önemli alanlarından biri Köle Hukuku’dur, bu alanda ciltler dolusu kitap ve fetva mevcuttur. Hayatın doğal akışı içinde köleliğin bulunduğu toplumlarda ortaya tonlarca sorun çıkıyor; Şeriat de çözüm bulmak zorunda. Köleliğin asıl kaynağı savaş esirleri. Köle, Şer’i hukuka göre hayvan veya eşya gibi bir maldır. Alınır, satılır, yine de sahibinin bazı kurallara uyması gerekir. Bir erkek, köle bir kadınla evlenirse, doğan çocuk köle midir? Sahibinden hamile kalan bir cariyeyi satmak caiz midir? Evli kölenin boşanma hakkı var mıdır?
“Bu sorunun günümüzle alâkası ne?” diyorsunuz değil mi?
DAEŞ yönetiminde dünyanın önüne “Ezidi kızlara tecavüz” başlığı ile gelen can acıtıcı sorun, bir “Şeriat” uygulamasıydı. Ehl-i Kitap sayılmayan Ezidiler köle statüsüne alınıyor ve sahibi için cariyelerle yani kadın kölelerle “istifraş” yani cinsel ilişkide bulunma hakkı doğuyordu. O kadar ki, cariye alım-satıma ve kiralamaya da (başkalarının tecavüzüne de) konu oluyordu.
Şanslıyız; Köleliğin sona erdiğini savunan bir Diyanetimiz var. Diyanet’in yorumu, Kur’an’da yer alan ayetlerin ve Peygamberimizin hadislerinin, kısaca nasların amacına göre yapılıyor. Gayet insanî ve insanın içine siniyor. Yine de pek bilinmeyen veya üzerinde durulmayan iki hususu hatırlatalım: Resmi olarak kölelik bizde (beyaz köle) 1856’da Kırım Savaşı’ndan sonra kaldırıldı, ama fiilen 1910’a kadar İstanbul’da köle pazarları devam etti. İkinci husus belki biraz rahatsız edici: Hangi Şer’i otorite, ne gerekçe ile, ne zaman köleliği sona erdirdi? Bu sorunun cevabını bilen var mı? Yoksa kalkmadı mı? Sonuncu soruyu mutlaka ciddiye almalısınız.
Batı’da “metres” adı verilen cinsel partnerlerin dini bütün vatandaşlarımız tarafından “cariye” statüsünde istihdam edildiğine dair yaygın şehir efsaneleri var. Parası olan çapkınların kölelik kurumuna müracaat ederek Şeriat kalıbına uydurdukları bir uygulama. Zengin Müslüman geçimini sağlayarak cariye almış oluyor ve “istifraş” hakkı doğuyor; kadim Şer’i prensiplere göre pek de tutarsız değil; kitaba uygun. Tabii köle hukuku devam ediyorsa.
“İstanbul Sözleşmesi neden iptal edildi?” sorusuna, “Şeriat’e aykırıydı” diye söze başlayıp, madde madde aykırılıkları sıralayanlar var.
Bagy Suçu:
Şeriat penceresinden hem köle hukuku, hem de inanç özgürlüğü sorunu; 15 Temmuz sonrasında epeyce tartışıldı. Tartışmanın kapsamı hakkında fikir sahibi olmak isteyenlere, Ahmet Akgündüz Hoca’nın kaleme aldığı şu metni dikkatle okumalarını öneririm (https://twitter.com/ahmetakgunduz/status/1097383096297709568)
“Devlete İsyan edenlerin İslâm’a göre hükmü şudur:
- Devlete isyan edenlerin isyan sürdüğü müddet içinde malları ve canları hederdir.
- Ancak isyan bastırıldıktan sonra, malları da canları da heder değildir. Yani dokunulmazdır.
- Bu duruma göre isyan bastırıldıktan sonra mallarına el koymak ve kayyım atamak meşru olmadığı gibi, canlarına zarar vermek de meşru değildir. (Bütün Fıkıh kitaplarının Kitâb’ül-Bağy kısmında ayrıntılı olarak anlatılan fıkhî hükümler.)”
Mevzu yakıcı bir mevzu. Bilmeyenler için Ahmet Akgündüz hakkında bilgi verelim. 15 Temmuz’da iktidarın yanında yer almış bir Risale-i Nur mensubu. Rotterdam’da İslam Üniversitesi rektörü. Hukuk tarihçisi. Osmanlı Kanunnameleri derlemesi, bazı hatalar barındırsa da, ilgilenenler için önemli bir kaynak. Şer’i açıdan söylediklerinde iki temel hata var. Birincisi “bagy” devlete değil devlet başkanına isyan suçu. İslâm hukukunda hak, sorumluluk ve yetki süjesi olarak tüzel kişilik yok, bu yüzden kurumları yani devleti temel alan fıkhi yorumlar her zaman yanlış istikametlere gider. İkincisi “bagy” bahsi, farklı mezheplerde ve bizde Hanefi mezhebi içinde farklı ve birbirine zıt yorumlara konudur. Devlet başkanının yanında muhalefeti susturmak için her itirazı “bagy”ye bağlayan fıkıhçılar olsa da, “bagy”ye yani isyancıya nasıl muamele edileceği de farklı yorumlara konu olmuştur. “Mallar ve canları hederdir” sözü, “canları alınabilir ve mallarına el konabilir” anlamına geliyor. Daha ötesi bazı yorumlara göre “bagy” kafir sayılıyor, yani dinden de çıkmış oluyor. Böylece yukarda bahsettiğimiz “inanç özgürlüğü” meselesi ve “köle hukuku” devreye giriyor.
15 Temmuz Darbe Teşebbüsü’nün muhafazakâr çevrelerde “bağy” suçu kapsamında değerlendirildiğine dair çok sayıda beyan var. Ancak, Maliki mezhebinden Maverdî’nin El Ahkâmus Sultaniye’sinden başlayarak hangi mezhebin hangi fakihin görüşünün benimsendiğine ve uygulandığına dair açık bir metne şahsen ben rastlamadım.
15 Temmuz sonrası yargılamalarda bir türlü tevil edilemeyen tutarsızlıkların, mer’i kanunlara aykırı mahkeme kararlarının Şer’i hukuktaki “Bagy” suçu kapsamında bütünüyle anlamlı bir yere oturduğu iddiasında bulunanlar çıkabilir. Doğrusu ben bu iddiayı saçma bulurum. İki sebepten: Birincisi, günümüz şartlarına uygun bir “bagy” fetvası verecek alim yok. İkincisi de hukuk sistemimiz zaten o kadar kötü ki, Mer’i kanun düzenini şer’i hukukun üzerine giydirip, Şer’i yargılama yapacak maharette ve donanımda adam bulmak imkânsız.
Laiklerin ve İslâmcıların ortak sorunu:
Laik kesim, Diyanet İşleri Başkanı’nın adli yılı açış töreninde yaptığı duayı veya öğrenci yurtlarında dini rehberlik uygulamalarını Şeriat uygulamaları sanıyor. İslâmcılar da Şeriat’in ne olduğunu bilmeden Taliban’ın ulusalcı ve tarih dışı, yerel, külütürel, göçebelikle malul şeriat düzeninin savunmasına girişiyor veya karşısına geçiyor. Ali Bulaç gibi yetkin bir otoriteyi “müzakere”ye (“tartışma” kelimesinden hemen vazgeçiyor ve Üstad’ın “müzakere” çerçevesine harfiyen uymayı taahhüt ediyorum) davet etmemin sebebi işte buydu.
Biraz kışkırtıcı bir şekilde ifade edeyim: Şeriat düzenine karşı çıkan laiklerin, tersine Şeriat düzenini savunan İslâmcıların çok önemli bir ortak paydası var: Her iki taraf da “Şeriat”ın ne olduğunu bilmiyor. İlk yazımda, bir perspektif meselesi olarak Türkiye’deki “Şeriat Düzeni”ni, 1924 tarihli 429 sayılı Şeyhülislâmlığı lağveden Diyanet’i kuran kanuna dayanarak yorumladım. Bu yazıda ise, müzakere edilmesi gereken can yakıcı somut sorunları “İnanç özgürlüğü” ve “köle hukuku” kapsamında nazara vermeye çalıştım.
Hangi görüşten olursa olsun, hem laik çevreler hem de İslâmcılar için Ali Bulaç’ın elindeki kalem büyük bir şans. Dikkat ederseniz ben sadece Sokrates’e sorular soran talebe hükmündeyim. İslam hukuku, yani Fıkıh, yani Şeriat uzmanı değilim. Sokrates’den öğrendiğimiz veçhile bir şey bilmediğimi biliyorum; her şeyi bilen ve böylece hiç bir şey bilmediğini farkedemeyen ulema takımına tek faikiyetim budur.
Uzun soluklu bu tartışmayı takip edecek olanlara başlangıç olarak iki kitap tavsiye edeceğim. Birincisi iki kitaptan biri: Sava Paşa veya Joseph Schacht’ın İslâm Hukuku kitabı. İkisi de gayrımüslim diyenlere cevabım: Şeriat’in ne olduğunu öğrenmek için inanmak veya karşı çıkmak değil emek harcamak gerekiyor. İslâm dünyasında İslâm hukuku alanında daha derli toplu bir eser maalesef yok. İkincisi deniz-derya bir hukukçumuzun dolaylı olarak meseleyi tam ciğerinden ele aldığı kitap. Ebu’l ula Mardin’in Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa (Diyanet Vakfı Yayını) isimli kitabı.
Kadir Canatan’ın Farklı Bakış’ta yer alan “Türk Laikliğinin Yarattığı Kilise: Diyanet” başlıklı yazısı müzakereye taze bir soluk getirdi. Ben Diyanet’i, laik düzenin çatısı altında inandığı Şeriat Düzeni’ne göre yaşamak isteyenlerin otoritesi olarak görüyorum. Hiç olmazsa her şeyi bildiğini iddia eden, yukardan vekalet almış gibi konuşan ulema silkinden bağımsız otoritelere karşı, Din İşleri Yüksek Kurulu gibi, farklı içtihad sahiplerinden oluşan bir heyet karar veriyor Şer’i konularda.
İnternette yer çok diye, okuyucunun sabrını suiistimal etmeyelim. Şeriat, edille-i erba yoluyla Muamelat (medeni hukuk), Ukubat (Ceza hukuku) ve İbadat (ibadetler) konusunda prensipler ve verilen hükümlerle oluşur. Modern hukuk sistemi ile büyük ölçüde çakışır; ancak kamu hukuku-özel hukuk ayırımı tam olarak örtüşmez. Mesela cinayet davası Şeriat’e göre bir özel hukuk konusudur. Devlet sadece maktul tarafını korumak ve olayı aydınlatmakla mükelleftir. Taraflar anlaşarak, tazminat veya af yoluyla hükmü iptal edebilir. Harp hukuku, kamu düzeninde en geniş hukuk alanıdır. Ceza hukukuna Şeriat’i sokmayan Osmanlı devleti Müslüman olmayanların hukukunu belirleyen bu alanı harfiyyen Şeri kurallara göre belirlemiştir. Hem medeni hem de ceza usul hukukunda bir-iki istisna dışında Roma Hukuku’nun yani evrensel hukukun usul kuralları ile Şer’i hukukun usul kuralları arasında fark yoktur. Mecelle’nin Metn-i Metin’in de yer alan usul hükümlerinin çok önemli kısmı Latinceleri ile Roma hukukunda da mevcuttur. Mesela:
“Tempora mutantur et nos mutamur in illis.”
“Ezmanın tegayyürü ile ahkamın tebeddülü esastır.”
Kaynak:Farklı Bakış