Bu türküyü en çok Nim Sofyan’ın yorumuyla severim. Bu çağın ilişkilerinin özeti gibi gelir bana. Çağı anlamak lafı insan gençken çok önemli olmuyor. Çağ sensin zaten. Oysa zaman geçerken değişime uyum sağlamak öyle çok kolay mümkün olmuyor. Bilişsel dünyamız kökleşirken değişimi görsek de oraya çok da nüfuz edemiyor. Ne yaparsak yapalım bunu eminim hepimiz derinden hissediyorsunuz.
Siyasette, sanatta, ekonomide, sağlıkta psikolojide her şeyde…
Mesela etrafıma bakıyorum, en çağı anladığımız üzerine kafa yorduğumuz haliyle bile hâlâ ve hâlâ monoblok tek tip yapılar ve söylemlerden vazgeçemiyoruz, “Ya hep ya hiç, sev ya da terk et” anlayışlarından. Bilişsel organizasyonumuz öyle. Bu alışkanlıkların, yerleşmiş tutum ve davranışların dışına çıkıp bir iletişimci penceresinden çağa bakınca gördüklerimi özetlemek istiyorum.
Tek bir İslâm anlayışı yok, Müslüman tipi yok. Eskiden de yoktu şimdi daha da yok.
Tek bir solcu, sağcı, milliyetçi, sosyalist, ateist, dindar, Kemalist, komünist de yok.
Monoblok yapılar yıkılıyor.
Beraberlikler bütünsel değil, evlilikler ömür boyu değil, ittifaklar da öyle.
Çağın ruhu akışkan… Beraberlikler geçici, kimlikler geçişkenli, durağan değil.
İlişkiler kısmi, birbiriyle alakasız konular ya da zıt fikirler belli konularda işbirliği yapabiliyor.
Yeni çağın toplulukları artık mahalleler, sokaklar ve meydanlarda değil sanal âlemin linklerinde buluşuyor. Algoritmalar onlara benzerleriyle daha çok buluşma şansı veriyor. Algoritmalar aynı nitelikte kitleleri buluşturuyor. Ayrıca bu yeni bir şey değil. 1990’dan başlayan bu tanışma artık olgunlaştı. Sanal topluluklara ilk dikkat çeken kişi, Stanford Üniversitesi’nden Howard Rheingold oldu. “Sanal cemaat (virtual community)” kavramını ilk kez 1987’de ortaya attı.
Biz iletişimciler için ise; “hedef kitle” değişti. Onlar artık farklı mekânlara takılıyor. Çeşitli ve bambaşka etkileşimlere açık “haber ve bilgi üretiminde sorumluluk taşımayan, sorgulanamayan” gruplarla beraberler.
Ulusların sınırlarını artık savaşlar değil aynı dili konuşanlar değiştirdi. Mekanlar değiştiği gibi “etkin iletişim saatleri” de değişti. Kalbine dokunan şeyler de başka… “Dokunuyor” diyorum çünkü artık “kalbini ele geçirme” lafı rafa kalkıyor. Yeni insanın “kalbini fethetmek” artık mümkün değil.
Yeni insan ele avuca ve özellikle de kitle iletişimine sığmıyor. Kitle yok, kişi var. İletişim araçları her bir bireye, ayrı zaman ve mekânlarda, tercih edebileceği ya da algoritmaların önerdiği kanallar aracılığıyla ulaşıyor. Algoritmalar artık iletişimin efendisi. Böyle olunca da farklı kültürlerin değil, ucundan kıyısından benzerlerin dünyası giderek büyüyor. Kendi sesimizin yankılandığı odaları algoritmalar giderek genişletiyor. Çok kültürlülük artık rafa kalktı. İletişim için anlamlı kavramlardan birisi artık “YANKI FANUSU” oldu…
Bu çerçevede yeni çağın en çetrefilli sorusuyla siyasetçiler muhatap.
Nasıl bir seçmen profiliyle karşı karşıyalar?
Onları etkileyecek yeni iletişim dilini nasıl kuracaklar?
“Yeni iletişim dili” kelimesinin altını çiziyorum. Hatta yeni iletişim dili değil “iletişim dilleri” demekte fayda var. Çağın ruhu fikirlerde bütünlüğü yok ederken nereye yaslanacaklar? Hakikat değerini yitirmiş, yalan gerçeğin yerini almış, daha da ötesi gerçek önemini yitirmişken, insanlar her fikir kütlesinden alınmış küçük parçacıklara tutunarak dolaşırken iletişim stratejisi oluşturmak daha da zorlaşıyor. Tam burada imdadımıza Raph Keyes tarafından 2004 yılında kullanılan 2016’da Oxford Dictiontay’e giren “POST-TRUTH” kavramı yetişiyor. Bunu anlayan iletişim dilini çözüyor.
Suyun üzerinde kalmak isteyenler artık merkezden daha çok, suyun üstünde yüzen, ana fikirden kopmuş parçalara tutunan insanların ne söylediğine kulak vermek zorunda.
BİRBİRİMİZİ ANLAMAK MI YOKSA BİRBİRİMİZDEN “KURTULMAK MI” İSTİYORUZ
Hayatlarımızı çevrim içi ve çevrim dışı iki kategoriye ayırmış durumdayız. Çevrim içindekiler bizi anlıyor mu? Ya da anlamak istiyor mu? Onların anlam kümelerinde neler var? Araştırmalar pek çok kişinin çevrim içini farklı hayat görüşlerini anlamak için değil, onlardan kurtulmak için kullandığını gösteriyor. “Modernizmin büyük anlatıları” değersizleşirken, yerini eğlence ve şenlik alıyor. Tüm bunlar zeminde gerçekleşirken üstte demokrasi ve siyaset yapma biçimleri hatta politik partiler değişmeye zorlanıyor. Naisbitt, politik partilerin sonunun geldiğin söylüyor. . “Örümcek ve Denızyıldızı’’ metaforu yeni toplumun yönetimi için kilit örnek haline geliyor. Ori Brafman ve Rod A. Beckstrom, Denizyıldızı ve Örümcek metaforunu “Lidersiz Organizasyonların Önlenemez Başarısı” kitabında kullanıyor. Örümcek, merkezileşmiş bir hayvandır. Bacakları gövdesinden uzar, başını kesin, ölür... Denizyıldızı ise gayri merkezi bir ağdır. Başı yoktur. Temel organları her bir kolda tekrarlanır. İkiye böldüğünüzde iki denizyıldızınız olur. Merkezi-dikey yapısıyla geleneksel iletişim araçları örümceğe, dağınık-yatay yapısıyla yeni iletişim teknolojileri ise denizyıldızına benzetiliyor. Siyaset bilimciler ise “demokratik siyaset ile kapitalizm” konusunu daha çok dile getiriyor. “SİBER UZAYIN ŞENLİKLİ DÜNYASI” içinde “SOSYAL MEDYA KEYİFLİ BİR TUZAK” haline gelirken sözü çağın filozofu Bauman’a bırakayım: “Esas diyalog sizinle aynı şeylere inanan insanlarla konuşmak değildir. Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmiyor, çevrim içi hayat çok kültürlü yaşam için ihtiyaç duyduğumuz becerileri köreltiyor.”
20’Lİ YAŞLAR…
İbrahim
İçimdeki putları devir
Elindeki baltayla
Kırılan putların yerine
Yenilerini koyan kim…
“20 yaşımı unutmuşum” derken dostum Şafak Tavkul @tavkulart hesabında bu şiire yaptığı besteyi ve seslendirdiği kaydı paylaştı. Hani olur ya bir koku, bir ses size geçmişi geri getirir. Tam da öyle oldu! Şafak’tan Asaf Halet Çelebi’nin bu muhteşem şiirine yaptığı besteyi (ressam olmanın ötesinde çok yönlü bir sanatçı olan) dinlerken 20’li yaşlarımda bir grup arkadaş olarak “yaşlarımız” gözümün önünden geçti. Muhtemelen bizim evde kim bilir kaç kez dostlarla “içimdeki putları devir” dizelerine eşlik etmişizdir.
Ne güzel günlerdi… Sağ ol Şafak!