Birkaç günden beri sosyal medyada dolaşan, Diyarbakır’da yapılmış olan toplumsal bir deneyi görenleriniz vardır. Ailesinden beklediği para gelmeyen, aynı zamanda kalacak yere ihtiyacı olan ve aç bir şekilde bu durumuna çözüm arayan bir öğrenciye karşı, Diyarbakır halkının verdiği tepkiler belki birçoğumuzun gözlerini nemlendirmiştir. Bu görüntülerle beraber sığınmacılar, misafir, konukseverlik gibi başlıklar tekrar gündemimizin ilk sıralarına yerleşti.
Bu örneğin de zihin açıcı içeriğinden dolayı, Ekim ayı başında Kocaeli’nde 9 yaşındaki Suriyeli bir çocuğun kendisini asması ve Mersin’de Ürdünlü bir çocuğun şiddete maruz kalmasıyla ilgili bir şeyler söylemek ve öncesinde Batı kültürü bu kavramlara nasıl yaklaşıyor sorusuna cevaplar aramak istiyorum.
Hatırlayanlarınız vardır, 1996 yılında birkaç yüz mülteci Paris’teki St. Pierre Kilisesi’ne sığınmış ve yaklaşık 10 ay boyunca açlık grevi de dâhil pasif eylemlerde bulunmuşlardı. Bu olay tarihe “hukuki evrakları olmayanlar” eylemi olarak geçmişti. Bu hadise sadece medyanın değil aynı zamanda siyasetçiler ve sosyal bilimcilerin de dikkatini çekmişti. Sonunda Fransız polisi kiliseye girerek sığınmacıları derdest edip hepsini sınır dışı etmişti. O dönemde siyasi sağ ideolojinin uzun zaman sonra yükselişe geçmesi göçmen politikalarını sık sık gündeme getiriyordu. Sömürgeci geçmişleri olan ulusların, modern dönemde eski sömürgelerinden getirdikleri işgücü, artan nüfusları ve ekonomik durgunluklar sebebiyle hoş karşılanmamaya başlanmıştı. Bazı sosyal bilimciler her ne kadar post-kolonyal dönemde bu işçiler için “misafir” terimini kullanarak, “misafirperverlik” üzerine felsefi tartışmalar açsalar da, aslında bizim anladığımız misafir ve misafirperverlikten bahsetmiyorlardı. Eğer bir ülke ihtiyacı olduğunda kendilerinden istifade etmek üzere işgücü çağırıyorsa, gelenler misafir değil, onlara karşı gösterilen de konukseverlik olarak tarif edilemez. Çünkü bu işçiler kendilerine ihtiyaç kalmayınca -daha doğrusu ülke ekonomisine yük olmaya başlayınca- geri gönderilmek üzere davet edilmişlerdi.
Bu açıklamalardan sonra ülkemizde meydana gelen, başta da ifade ettiğimiz iki üzücü kötü örnek üzerinde durmak istiyorum. Bu olaylarla birlikte Türk halkının geleneksel olarak sahip olduğu misafirperverlik anlayışının az da olsa sorgulanmaya başlandığını görebiliyoruz. Bilindiği gibi Vail es-Suud adlı çocuk, okulda arkadaşlarının Suriyeli olduğu için kendisini dışladıkları ve öğretmeninin azarlaması iddiaları sonucu dramatik bir şekilde hayatına son vermişti. Diğeri ise aslen Suriyeli ama Ürdün vatandaşı olan bir çocuğun yetişkin birisi tarafından sert bir şekilde darp edilmesi olarak ortaya çıkmıştı.
Malumunuz olduğu üzere Batı’da daha çok kurumsal bir ırkçılık söz konusudur. Statüleri ne olursa olsun yabancılar belirli haklardan -mesela eğitim, sağlık veya iş- devletin çizdiği sınırlar dâhilinde mahrum edilmektedir. Ülkemizde nispeten bu haklar verilmekte ama tarihsel olarak bizi tanımlayan özelliklerden olan misafirperverlik ve yardımseverlik gibi hasletler giderek dejenere olmaktadır. Tamam, sığınmacılar meselesi basit bir ev sahibi-misafir ilişkisini çoktan geçmiştir. Bu doğrudur. Bu mesele bir an önce çözüme ulaştırılmalıdır, bu da doğrudur. Ancak konunun çözümü için herkese düşen bazı görevler vardır. İlk görev sabırlı davranmak, manipülasyonlara ve provokasyonlara karşı uyanık olmaktır. Aynı zamanda siyasi açıdan sorunların ortadan kalkması ve sağlıklı bir sonuca ulaşabilmek için gayret etmektir. Bunun yanında maalesef kendi medeniyetinden uzaklaşan bir toplum olma yolunda ilerleyen ülkemizde bize özgü olan insaf, vicdan, merhamet gibi duygularını kaybetmemektir. Sığınmacılara karşı kimilerince yapılan insanlık dışı muamele ve söylemler sadece acımasızlık değil aynı zamanda -en azından dinimizde- muhtaçlara gösterilmemesi gereken en basit ifadesiyle merhametsizlik örnekleridir.