Mustafa Öztürk, yazısında, şu ifadelerle konuyu gayet güzel, anlamlı ve önemli bir şekilde özetlemekte: "Devlet ile toplum arasındaki münasebetlerde karşımıza çıkan ve kendimi bildim bileli canımı çok sıkan temel sorunlardan biri, başta asker ve polis olmak üzere mülkiye ve yargı gibi resmi kurumlardaki yetkili ve etkili mansıpları temsil eden kimi zevatın devlet tarafından kendilerine verilen yetkileri sık sık halkı terbiye etmek için kullanmalarıdır."
İşte o yazı...
Konya Valisi Cüneyit Orhan Toprak, 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle düzenlenen bir programda ayak ayak üstüne atarak oturan bir kişiye gözü ilişince keyfi kaçtı ve o kişiye dönüp “Sen öğretmen misin birader?” dedi. Ardından “Öğretmen gibi otur da bir görelim, ya! Allah Allah…” diye ekledi ve daha sonra azarlama seansı serzeniş modunda devam etti… Ne yazık ki bütün bir toplum olarak buna benzer manzaralar görmeye aşinayız. Çünkü devlet katından, özellikle mülki amirler vasıtasıyla fırça yemeye alışmış, alıştırılmış bir toplumuz. Bu yüzden, ilerleyen zamanlarda, Konya’da yaşanan olayın benzerlerine şahit olmamız muhtemel değil, mukadderdir. Dolayısıyla bunu söylemek kehanet filan değildir.
***
Konya valisi hadisesini birkaç yönden kritik etmek gerekir. Öncelikle sayın valinin “sen”li hitap tarzının kesinlikle nahoş olduğunu not etmek gerekir. Hele de öğretmen olduğunu düşünerek azarladığı kişiye, “Valinin karşısında ayak ayak üstüne atarak oturulmaz” mealinde sözler söylerken, kendisini devleti temsil makamında görmesi ve buna rağmen “Sen öğretmen misin birader?” diye hitap etmesi gerçekten sakildir. Çünkü bir kişi makam ve mevkii itibariyle devleti temsil konumunda ise bu konum -tabir caizse- dolmuş duraklarındaki değnekçi üslubuyla konuşmaya müsaade etmez. Valilik makamında devleti temsil ettiğini düşünen bir kişi bu makamın mehabetine rağmen böyle bir hitapta bulunmayı kendine yakıştırabiliyorsa, o zaman burada ciddi bir temsil sorunu var demektir. Yine burada işgal ettiği makamın ağırlığını kaldıramama ya da o makama yaraşır mehabeti taşıyamama sıkıntısı var demektir.
Valinin karşısında ayak ayak üstüne atarak oturma meselesine gelince, devlet ricalinin de hazır bulunduğu mekanlar, ortamlar ve toplantılarda oturtmanın elbette bir âdâbı vardır, olmalıdır. Bu tür ortamlar ve toplantılarda koltuğa kaykılmış, yayılmış veya ayak ayak üstüne atılmış vaziyette oturmak, en hafif tabirle şık değildir. Bunu söylemek, devleti kutsamak ya da onu fetiş gibi algılamak filan değildir. Nasıl ki kısa pantolon, terlik, şapka gibi tatil kostümleriyle devlet dairesinde mesaiye gitmek veyahut nasıl ki çizgili pijamayla sokakta gezmek genel âdâba mugayirse, öğretmenler günü vesilesiyle tertip edilen bir toplantıda koltuğa yayılmış, kaykılmış veya ayak ayak üstüne atılmış vaziyette oturmak da o toplantının mehabetine mugayirdir.
Fakat şu da var ki beşer hata ve nisyan ile malul bir varlıktır. İnsan dalgın olabilir; hatta fiziki olarak hazır bulunduğu ortamı zihnen terk etmiş halde, o an kafasına üşüşmüş birçok sorunla başa çıkmaya çalışıyor da olabilir. Bu yüzden, farkında olmadan, bulunduğu ortamın havasına mugayir bir hal ve tutum sergileyebilir… Hata ve nisyan faktörü ya da “insanlık hali” diye tabir edilen durum dikkate alındığında, nahoş bir hal ve tutum içinde olan insanı cümle âlemin içinde azarlayarak uyarmanın yakışık almadığı kendiliğinden anlaşılır. Bu noktada, “Hayır, tam da böyle uyarmak gerekir” diye düşünenler çıkabilir; ancak böyle düşünenleri empatiye davet edip, “Peki, birisi sizi herkesin içinde bu şekilde azarlasa, ne hissedersiniz?” diye sormak gerekir.
***
Devlet ile toplum arasındaki münasebetlerde karşımıza çıkan ve kendimi bildim bileli canımı çok sıkan temel sorunlardan biri, başta asker ve polis olmak üzere mülkiye ve yargı gibi resmi kurumlardaki yetkili ve etkili mansıpları temsil eden kimi zevatın devlet tarafından kendilerine verilen yetkileri sık sık halkı terbiye etmek için kullanmalarıdır. Kibir kurum satmak, kasınmak, surat asmak, somurtmak gibi hallere şahit olmayı sorun edinmekten vazgeçtik, çünkü artık bu tür hallere alıştık ve hayli aşinalık kesbettik; fakat hiç değilse resmi güç ve yetki kullanan devlet görevlilerinin tekdir, paylama, azarlamalarına muhatap olmayalım istedik. Şimdi, biz çok şey mi istedik? Kendilerine silah ve silahlı müdahale, yargılama yetkisi veya yönetme salahiyeti verilmemiş kamu görevlilerinin, mesela öğretmenlerin, akademisyenlerin, hekimlerin kamusal alanda zaman zaman şamar oğlanı muamelesi gördüklerini söylemek abartılı bir tespit olmasa gerektir. Belli ki devletimizin genetik kodlarındaki postal izi hala silinmemiştir… Fakat şunu unutmamak gerekir ki resmi güç, nüfuz, yetki ve salahiyetten saygınlık ve itibar devşirmeye çalışmak ya da “Sahip olduğum bu güç karşısında bana saygı duymalısın” demek, haddi zatında kendi ezikliğini ve aşağılık kompleksini bastırmaya çalışmak demektir. Gerçek itibar ve saygınlık, güç ve nüfuz dayatmakla değil, “ehl-i dil” olmakla kesbedilir.