Sekülerleşme ve dindarlaşma arasındaki gel-gitlerin sosyolojik tespiti konusunda toplumsal pratikler ile bireysel pratikler ve niyetler arasındaki farklar ciddi bir kafa karışıklığına yol açıyor. Dindarlık denilen insanlık durumunun tabiatı iyi kavranmadığında sekülerleşmeyle ilgili sosyolojik analizler de havanda su döğen tespitler olarak kalıyor. Durumu anlamayı zorlaştıran asıl şey de sekülerleşme analizlerinin sekülerlerle dindarlar arasında bir yarış olarak algılanmasıdır. Halbuki durum bundan çok daha karışıktır.
Daha önce de söylemiştik, sekülerleşme tezini ileri sürenlerin söylem tonunda neredeyse sekülerleşmeye doğru evrimsel bir gidişatın bir telosun peygamberane müjdeciliği var. Bu müjdeciliğin içinde de örtük bir dindarlığın olduğunu söylesek belki bu sadece ironiye bağlanabilir.
Oysa bu söylemin öbür ucunda yine sekülerleşmenin dindarları fena halde etkisi altına aldığına dair ciddi bir felaket tellallığı aynı peygamberane kehanetleri doğrulamak üzere çalışabiliyor. Din elden gidiyor, gençlerimiz ateistleşiyor, deistleşiyor, dinden uzaklaşıyor, hatta dindarlarımız bile dinin hayatlarına, davranışlarına eskisi kadar müdahale etmesine alan bırakmıyorlar diye özetlenebilecek bir feryat var ve bu da sekülerleşme tezinin ırmağına dahil oluyor.
İşin aslı sekülerleşme hadisesinin insanlığın daha önce hiç yaşamadığı, ilk kez içinden geçilen bir süreç olarak okunmasının ortaya çıkardığı bir tuhaflık. Malum hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür. Tarih yazımı ise ironik olarak bu maluliyetten en fazla nasibini alan bir sahadır. Bugünün ışığıyla yazılan tarih, geçmişin üzerine sadece bugünkü ilgilerimizi, temayüllerimizi tutarak göreceğini görür, gerisine kör ve sağır kalır. Böylece sekülerleşme gibi aslında insanlık tarihinin her zaman en sıradan ve hatta en yaygın eğilimini ilk defa yaşanıyormuş gibi, bugüne özgü bir gelişme veya insanlık buluşu olarak görür. Ya bugün yaşanan bir olaya atfedilen hayranlığın bir yüceltmeye dönüşmesi veya yine bugün yaşanan bir hadisenin yol açtığı kaygıların boyutları olayı ilk defa yaşanıyormuş gibi hissettirebilir. Tamamen psikolojik yani. Psikolojinin tarihyazımını etkilemesi, ona istikamet vermesi hiç de yabana atılır bir ihtimal değilmiş demek ki.
Oysa tarih boyunca insanlığın sekülerleşme yani dünyevileşme ile sınanmadığı hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü dünyevileşme insanın en temel varoluş tutumlarından biri. Bugün insanların belli bir geçmişe nazaran her geçen gün gündelik hayatlarına veya siyasi düzenlerine dini daha az müdahale alanı bıraktıkları rahatlıkla gözlemlenebilir. Bu da nispi bir sekülerleşmeyi tespit etmeyi çok kolaylaştırır. Ama bu tespit sadece bugüne özgü değil. Geçmişte insanlar bugünkünden daha fazla dindardı dememize imkân verecek tek şey geçmişte dine atfedilen bazı sembol veya ritüellerin görünürlüğü. O sembol ve ritüellerin görünürlüğünü otomatik olarak dindarlığın da göstergesi olarak alabiliyorsak, bugün çok daha farklı ritüel veya kült sembollerin insanlığın hayatına en modern yollarla nüfuz ettiğini görebiliriz.
Sekülerleşmenin dik alası gibi görülebilen Kemalizm’in bütün sembollerinin, törenlerinin veya söylemlerinin tamamen dinsel olduğunu, insanın dinsel düşünme biçiminden hiç de uzak olmadığını bir yolla anlatmamız gerekiyor belki. Atatürk’e atfedilen “kurtarıcı” rolü ve hissedilen sıkıntıların çözüm kudreti bir yerde öldürülen dinselliğin başka bir dil ve içerikle tenasühünü ifade eder.
Dikkat edilirse dinselliğin her durumda etkili olduğunu söylemek her türlü dindarlığı kutsamaktan çok uzak bir yaklaşım. Yine daha önce de söylediğimiz gibi dünyanın daha dindar olması daha barışçıl ve Allah’ın daha çok razı olduğu bir dünya olduğu anlamına da gelmiyor. Bugün dünyada artan İslam nefretinin de dünyanın her tarafında Müslümanlara yönelik kıyıcı şiddet hareketlerinin hepsinin de motivasyonu dindarlıktır.
Sekülerleşme olarak görülen birçok gelişme, aslında belli dindarlıklara karşı çok daha farklı, modern dindarlıkların katı ve dindarane, yer yer alabildiğine bağnaz bir ifadesi gibi. Frankofon laikliğinin bilime, evrime, okula ve sair seküler sembollere atfettiği anlam ve bunun etrafında şekillendirdiği ritüel ve tasavvurların tamamı son derece bağnaz bir laik dindarlık üretiyor.
Günümüzde sekülerleşmenin bir görüntüsü veya göstergesi olarak bu tür ritüellerden uzak saf bir hedonizme işaret ediliyor. İnsanların dini veya seküler kutsalları hiç hesaba katmayan bir hayat yaşamaları, mesela kadın erkek ilişkilerinde dinlerin kısıtlamalarını hiç dikkate almamaları, nikahsız beraberlikler, eşcinsel ilişkiler çağımıza özgü bir sekülerleşmenin göstergeleri olarak alınıyor. Bütün kadim dinlerin yasaklamış olduğu eşcinsel ilişkilerin yaygınlaşması bir bakıma onlara karşı sekülerleşmenin daha etkili olduğunu gösterir. Ancak bu da yeni bir şey değil ve dünyanın da sonuna kadar böyle gideceğini göstermiyor. Eşcinsel ilişki bunun göstergesi ise Sodom ve Gomore veya Lut kavmi, Pompeo halkı vs. sekülerleşmede bugünkünden bile çok daha uzun bir mesafe kat etmiş sayılmalı. Çünkü onların zamanında o toplumlarda eşcinsellik toplumun normu haline gelmişti. Geçmiş, geleneksel toplumlar her zaman çok dindardı da bugün sekülerleşmiş değil. Sekülerlik her zaman baskın bir insani eğilim veya varoluş tutumu değil mi zaten?
Bu arada insanların din dairesinde kaldıkları sürece dün yapılmaz görüp yapmadıkları şeyleri bugün dinin yeni bir yorumuyla yapıyor olmalarının sekülerleşme olmadığını da söylemek lazım. Kadın erkek ilişkilerinde Müslüman daire içinde daha açık veya daha kapalı uygulamalar olabilir. Alabildiğine dindar köy ortamlarında kadın ve erkek iletişimleri çok daha rahat olabildiği halde, dindarlığın daha az hissedildiği şehir ortamında çok daha katı haremli-selamlık uygulamaları olmuştur geçmişte.
Bugün kentleşmenin ve dindarlığın yeni yorum ve uygulamalarında iletişimin farklı şekilleri dindarlıktan uzaklaşmanın veya sekülerleşmenin artışının kesin bir göstergesi olarak alınamaz. Burada esas olan uygulamaların değişmesi değil, uygulamaların dine inatla değil dinin onayıyla, doğrudan veya dolaylı teyidiyle yapılıyor olmasıdır.