Yorumcu okurlarımız bugün bize pek çatamayacak ve muhtemelen birbirleriyle de pek kapışamayacak.
Çünkü bu pastoral nostaljik yazı agresif yorumlara konu olmayacak, dolayısıyla okuyucular arasında, “12:25, sen herhalde yazıyı tersinden okumuşsun…” gibi laf sokmalara da pek mahal kalmayacak. Kısacası, bugün bu yazımız stres attırma gibi bir hizmet sunamayacak… Yazımızın konusu memleket, yani Giresun… 1965 yılında Giresun’un bir köyünde dünyaya geldim ve üniversite sınavına girdiğim zamana denk gelen 1983 senesine kadar Giresun’dan başka bir yer görmedim. Daha sonraki yıllarda ise hangi şehre veya hangi ülkeye gidersem gideyim, bir an önce kendi memleketime geri dönmeyi istedim… Ömürden elli yılı devirmeme rağmen memlekete duyduğum bağlılık ve özlemden pek bir şey eksilmedi… Çünkü Giresun benim için hep en güzel yerdi…
Giresun’un güzelliği ne esnaf kefaletinde, ne ticaretinde ve ne de siyasetindedir. Bütün güzellik Allah’ın Giresun’a bahşettiği doğal güzellikler ile belki de iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki dostların sohbet ve muhabbetindedir. Bunun yanında tabii ki “Gülburnu senin, Kulakkaya Gırık Bahçe benim” gezmek, Çırak Deresi’nden Meydan istikametine doğru sahil boyunca yürümek, Çınarlar mevkiindeki çay ocağında koltuk ekmeği ve tulum peyniriyle çay içmek, Pazar günü fırında sıra bekleyip kıymalı pide veya yağlı çıksın diye beklemek, fındık vakti köye gidip derenin kenarında türkü söylemek, seksenli yıllara döndüğümüzde ise Çerkez mevkiinden denize dalıp Küçük Ada’ya kadar yüzmek de sırf Giresun’da yaşanan başka güzelliklerdir…
Son bir yıldır Giresun’u hiç görmedim; ama en son gittiğimde -nedendir bilinmez- biraz kekremsi duygular hissettim. Çünkü en son geçen yaz aylarında yürüdüğüm Gazi Caddesi geçmiş yıllardaki gibi sevimli ve neşeli değildi. Bilakis haldır haldur akan bir insan kalabalığından ibaretti. Balkaya pastanesinin önünde kadrolu eleman gibi sürekli boy gösteren tanıdık tipler de kaybolup gitmişlerdi. Ayrıca Kahveci Topuz’dan caddeye yayılan mis gibi kahve kokusu da eski aromasını kaybetmişti sanki… Eski Şebnem pastanesinin yerinde yeller esmesi bir yana, yeni Şebnem’in dondurması da maalesef pek kıvamlı değildi. Bu yüzden, gözlerim Debboy mevkiindeki eski Roma dondurmacısını aradı ama maalesef bulamadı. Bir de burnum postanenin hemen alt tarafındaki fırından caddeye yayılan taze francala/franzile ve koltuk ekmeğinin mis kokusunu aradı ama maalesef o fırın da yerinde yoktu. Mis gibi kokan somunlar artık tarihe karıştı; şimdi kala kala bir tek Dereli sapağında Adanalının fırınında kiloyla satılan ve naylon poşete konulması yasak olan ekmeği kaldı. Oysa geçmiş yıllarda ekmek de dondurma da acayip güzeldi. Gerçi bizim damaklar eskidi; fakat eski zamanlardaki yiyecek ve içecekler -ki buna margarin sürülmüş ekmek de dâhil- bugünküne nispetle çok daha sade ve lezzetli idi.
1980’li yıllarda, Giresun Gazi Caddesi’nde başta Balkaya pastanesi olmak üzere bazı pasajların ön cephesinde janti kılıklı figürler Anıtkabir’de nöbet tutan askerler gibi bekler, sabahtan akşama kadar caddeden gelip geçen cins-i latifleri keserlerdi. Ayakkabılarında toz zerresine bile rastlanmayan ve tembelliklerinden dolayı adeta defnedilemeyen ölü gibi duran bu tiplerin birçoğu aslında “kaldırım mühendisi” pozisyonunda olmasına rağmen o yıllarda tembellik ve haytalığı hayattaki en güzel iş gibi gördüğümüzden, “Sabahtan akşama kadar caddeden gelip geçenleri seyretmek… Oh ne âlâ…” diye düşünüp kendilerine hep imrenmişimdir. Sözünü ettiğim tiplerin hemen hepsi Gazi Caddesi’nden artık el ayak çekmiş… Şimdi nerede olduklarını ve ne yaptıklarını bilmiyorum, ama sanırım artık La Fontaine’in “Ağustos Böceği ile Karınca’’ hikâyesindeki Ağustos böceği misali tembellikle iştigal gibi bir lüksleri ve jantilikleri pek kalmamış olsa gerektir.
1980’li yılların Giresun’unda özellikle genç ve orta yaş kuşaktaki pek çok insanın yaz-kış hafta sonları şöyle bir deşarj olup rahatlamak için uğradığı yerlerin başında, ek saha gelirdi. Bu mekâna uğramayan kesimler ya hacılık-hocalıklarıyla tanınmış muhafazakâr dindarlardan veya ek sahada maç seyretmeyi banallik olarak gören taşralı seçkinler sınıfından oluşurdu. Bu iki zümrenin dışında Giresun merkezde yaşayan insanların pek çoğu, bir şekilde ek sahanın yolunu tutardı. Ek sahadaki en heyecanlı maçlar birinci amatör küme kulüpleri arasında, yani benim de birkaç yıl formasını giydiğim Seka-Aksu spor ile Şafak spor, Görele spor, Bulancak spor gibi takımlar arasında oynanır ve bu maçlardaki heyecan bazen Giresun spor maçlarıyla eşdeğer olurdu. Hele de ek sahanın girişindeki seyyar köfteciden yarım ekmek arası ve bol soğanlı bir tükürüklü köfte varsa elinizde, izlenen maçın keyfi bambaşka bir hâl alırdı…
Üstelik o zamanlar tefsir, evrensellik ve tarihsellik gibi mevzular da yoktu, bugünkü kadar hasmımız da yoktu. Yani kafamız pek rahattı, cahillik ise büyük mutluluktu…