Toplumların da insanların kaderlerine benzer bir kaderleri vardır ve bunu yaşarlar zaman zaman. Onlarda da hakikat esasına dayalı medeniyet ideası, bu ideanın özünü oluşturan inanç ve ahlak çekirdeği, saflığını korudukça, ondan gelen ışıkla toplumun ruhu ve kalbi aydınlandıkça, meydana gelen pürüzler giderilir, oluşmakta olan dalgalanmalar karşılanır ve tehlikeler de bertaraf edilir.
Her insanda doğduğu şehre ait bir aidiyet duygusu vardır. İnsanoğlu, havasını, suyunu, toprağını, huyunu sever doğduğu yerin. Canı olur, kanı olur, vatanı olur dünyaya gözünü açtığı yer…
Medeniyetin merkezi olan şehirler, son zamanlarda olanca hızlı değişimin baş döndürücülüğünde yıkılışların ve yapılışların her türlüsünü görmekte ve yaşamaktadır.
Uygarlıkların temeli ve esası olan ve onu canlı tutan inanç ve umut ateşi tahrip olup söndürülürse, işte o zaman tehlike çanları çalmaya başlıyor demektir. Ben, 1966 yılında doğduğum şehir olan Diyarbekir’den hüzünle ayrıldım. Ama yükseköğrenimimi yapmak üzere İstanbul’a gitme yolunu tutmuş ve bu büyük şehrin düşü beni büyülemeye başlamıştı.
Doğduğum kentin etrafı, bazalt taşlarıyla örülü, yöresel dilde “beden” tabir edilen “sur”larla çevriliydi. Birçok şehirde olduğu gibi dört kapısı vardı ve bunlar, açıldıkları yöne göre isimlendiriliyordu.
Şehirde oturanlar, birbirlerini tanıyor, yanlarından geçtikçe selam veriyor, hayırlı günler diliyorlardı. Hemen hemen tüm şehir sur içindeydi. Belli meslek sahiplerinin sokak ve yerleri vardı.
Bu şehirde doğan ve bu şehrin güzelliklerini dile getiren Cahit Sıtkı Tarancı:
“Sala verildiğine göre
Camii-i Kebir minaresinde de
Günlerden Cuma olmadığı halde
Muhakkak ölü var mahallede”
Diyerek bu şehrin durumunu dile getiriyordu. O dönemlerde iki şekilde sala veriliyordu. Perşembeyi Cumaya bağlayan akşam ve bir de cenaze olduğu zaman. İnsanlar mutluydular ve herkes birbirine hayır diliyor, başarı için dua ediyordu. 1950’li yıllarda başlayan göç on yıllık aralıklarla hızlanarak sürümüş ve bizi bugün 2022 yılına kadar getirmiş bulunmaktadır.
Sürgün hayatını yaşıyoruz bugün şehirlerde… Karakoç’un deyimiyle dünya sürgünü… Kendi öz vatanımızda, öz yurdumuzda ve kendi öz şehrimizde… Başkasını sürgüne gönderen değil, sürgünlüğe yoldaş olanlardanız artık.
Sürgün, başkalarının da sürülmesinden zevk alırsa ve biraz da bu zevk yüzünden birçok kişileri baştan çıkarıp sürülmelerine neden olursa, bu zafer midir?
Ebedi sürgün yaşıyoruz bugün… Şefkat, merhamet, paylaşım, misafirlik, komşuya gidip gelme, düşküne ve fakire yardım etme gibi duygular uçup gitmiştir bizim dünyamızdan… Sıkıldığımız sürgün yalnızlığına mahkumuz artık… Bu sürgünlüğü ve yalnızlığı bir parça gidermek için arkadaş arayan ve her bulduğunda bir avunuş bulan sürekli sürgün…
Tüm olumsuzluklara rağmen inanmış bir toplumun üzerine melek kanatları gerildiği zaman konumlarda, bakışlarda ve tutumlarda bir değişme olacaktır. Çünkü kötülük ebedi değildir ve eninde sonunda yenilmeğe mahkumdur.
Dicle, sessiz ve sakin akar ama canlı bir hakikat ejderhası gibi tüm olumsuzlukları önüne katıp götürecek ve insanlığa Karacadağ eteklerinde ekilen pirinç taneleri gibi filizlenmesine vesile olacaktır. Yitirdiğimiz cenneti tekrar bulmak mümkün olacaktır.
Tarih boyunca uygarlıklar, kültürler ve yaşam tarzı, zaman zaman bir sıkıntı içinde kesintiye uğrasa da inançtan doğan bir güçle kendi unsurlarına dönüp kendi malzemesinden doğmayı başarmıştır.
“ Dilden gamı dûr eyle,
Rabbinle huzûr eyle,
Tefvîz-i umur eyle,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler…
Kaynak: Farklı Bakış