Şüphesiz Allah içiniz,
Allah’tan geldik,
O’na dönücüleriz.
İlahi gerçek gereği herkes gibi Kazım kardeş de Rabbine döndü.
Ama tevekkül ve teslimiyetle, pes etmeyen mücadele azmiyle, sorumluluk ve duyarlılığını son ana kadar sürdürerek gitti. Ya Rabbi buna şahidiz, şahitliğimizi kabul buyur. Onu rahmetinle yargıla, çektiği acıları taksiratına say.
Gerek öğrencilik yıllarında gerekse sonraki çalışma ortamında bulunan arkadaşlar onunla ilgili hatıralarını yazacaklar. Belki de harmanlayacaklar. Öyle inanıyorum ki birçok arkadaşın bu anlamda paylaşacağı, söyleyeceği şeyler vardır.
Söylenmeli de…
2000 öncesi bölge üzerinde, 2000 sonrası genel yapı üzerinde beraber çalıştığımız için onun temel düşünce yapısı, fikrî derinliği, mücadele azmi ve kararlılığı noktasında birkaç şey söylemek isterim.
Aşığı olduğum bu mektebin, bu yapının bir özelliği de hep “gökyüzünün öğrencisi, yeryüzünün öğretmeni” olmamız anlayışıydı.
Her zaman kendimizi İslam’ın, İslami mücadelenin öğrencisi, talebesi gördük. Ölene kadar da bu talebeliğimiz devam ediyor.
Gerek öğrencilik yıllarında gerekse sonrasında öğrencilerle temasımız, ilişkimiz devam etti. Her bir gencin bu mücadeleden, yürüyüşten aldığı ve kattığı şeyler vardır. Kimi sınıfından, kimi fakültesinden, kimi kampüsten, kimi şehirden sorumludur. Fakat Kazım kardeş sadece şehirden, belli bir yerden değil, bölge ve genel işleyişe kafa yoran, katkı sunan, değer katan biriydi.
Oturmuş bir düşünce yapısı vardı. İslam inancını, tevhidi hakikati ve tevhidi varoluş meselesini iyi kavramış, kesret içinde biri. Her olayın, olgunun O bir ekseninde hareket ettiğinin farkındaydı. Sağlam ve net duruşunun en önemli saiki buydu sanırım.
Değişik sol fraksiyonların hakim olduğu bir havzada yetişmişti. Solu tanırdı. Sol literatüre hâkimdi. İdeolojik kavram dünyası zengindi.
Değişik cemaatlerle, farklı kesimlerle diyaloğu gerçekleştirir, karşısındakini anlar, kavrar, kendi düşüncesini söylerdi.
Merkezi düşüncesini vahiyden alıp her türlü bilimsel ve seküler düşünceyi izler, özellikle gençlik çalışmalarında, örgütlenmelerinde, psikolojik, pedagolojik bilimsel gelişmeleri takip ederdi. Nihayetinde en kamil öğretmenin Resulullah olduğunu haykırdı. Bilimsel yaklaşımlar ne olursa olsun insan eğitiminde Resulullah (s.a.v) bir şey söylemişse bu hepsinin üstündedir derdi.
İyi okuyan, okuduklarını iyi tahlil eden ve sonuç çıkaran biriydi. Kur’an ve sünnete yaslanarak, her türlü düşünceyi göz önüne alarak genişçe ve ufuk açıcı değerlendirmelerde bulunur, bununla da kalmaz, lafı ortada bırakmaz, sonuçlandırırdı.
Her aşamada, her meselede muhakkak bir yol haritası çıkarır, biz şöyle yapmalıyız der, işe koyulurdu. Fikri de zihni de o anlamda netti.
Güce, prestije, konjonktüre göre savrulanlarla amansız bir mücadele içindeydi. FETÖ ve benzeri yapıların organik olmadığını, düşünce ve anlayış sicillerinin pek temiz olmadığını ortaya koyardı.
Farklı cemaatlerle, bizden bazı kişilerin genel mücadele içinde yer almayıp da birtakım şeylerle kendilerini müsterih olmaya zorlayanlara, birkaç öğrenciyle uğraşıp, “Ne yapalım, siz yüz kişiyle uğraşıyorsanız biz de 5-10 kişiyle uğraşıyoruz.” diye savunma yapanlara “Siz bu yapının bu ülke için, bu ümmet için ne anlam ürettiğinin farkında değilsiniz. Yarınımız için umut olacak bir gençliğin örgütlenmesi, organize edilmesi gerekiyor.” derdi.
Her fikri en az bir entel kadar takip eder, her türlü düşünceye bakar, işine geleni alır, yeniden üretir, değerlerimiz çerçevesinde bir şeyler katardı. Hiçbir zaman bir eklenti, düşünceyi kopyala yapıştır, ayağı yere basmayan bir yönü yoktur. Hakikat arayışı derinlemesine devam eder, kavradıklarıyla amel eder, arayışı da devam ederdi. Ona göre hakikat arayışı hep devam etmeli. Fakat hakikati de hep aranan, hiç bulunmayan değil, bulunan, gereği yapılmalı arayış da sürmeli. Düşünce veya hakikat mücadeleyle taçlanmıyorsa, dini bir hareket olarak ortaya çıkmıyorsa pek makbul görmezdi.
Geçen taziyesinde Tuncay Abi anlatmıştı:
Trabzon’dayken hafta sonları gelir, çocuklarını bize bırakır, cumartesi pazar öğrencilerle, gençlerle ilgilenir, oturur kalkar, tekrar ilçesine dönerdi.
Özellikle 2000 sonrası ortaöğretim kurucu başkanlığı yapmış, temel değerlerimizi zamanın ruhunu hesaba katarak bu dönemin gençliğinin yetişmesi için, yeni bir felsefe, yeni bir yaklaşımla mümkün olacağının altını çiziyordu. Ahmet Önkal’ın davet yaklaşımının bu döneme bir şey vermeyeceğini söylüyordu. Onun içindir ki gerek gençlerle gerekse onları eğiten eğiticilerle 2 sene beraber yeni davet fıkhını ve metodunu işledik.
Zeki Baba’dan gençlerle nasıl ilgileneceğinin aşısını iyi almış, bu dönemde;
1- Gençlerin genel sohbeti olmalı. Bu genel sohbetten süzülenler daha özel gruplara alınmalı. Bir de her okulun organizesini yapacak istişare ekibi kurulmalı;
2- Gençler iyi okuma yapmalı. Farklı alanlarda kültürel, sosyal, sanatsal ve edebi çalışmalar gerçekleştirmeli;
3- Aynı zamanda bu gençler doğal ve sportif aktivitelerde bulunmalı, enerjilerini boşaltacak sportif etkinliklerde bulunmaları için öğrenci kulüpleri kurulmalı diyordu.
Onun bu ortaya koyduğu yaklaşım henüz aşılmış değil.
Malatya’nın bir ücra köşesinde yeni bir genç ekip var dediler. Bu gençlerin eğitilmesi talebi gelince, hemen “15 günde bir gelir, eğitim veririz.” demişti. Ve belli bir süre gidip geldik beraber.
Arkadaşlar gazetede daha aktif bir görev almalarını istemişti. O bunu reddetti. Az bir ömrüm kalmış, bunu da gençlerin eğitimiyle geçirmeyi daha hayırlı ve kalıcı buluyorum demişti. İmaj ve prestij peşinde değildi. Derdi model ve metod oluşturmak, model olmaktı.
İkinci kuşak mı desem, 80 kuşağı mı desem velhasıl bizim kuşağın artı bir özelliği, takdirini ve tasvibini yaptığı gibi eleştirisini de, farklı düşüncesini de peşinen söylemesiydi. Konuşmalarında ve ilişkilerinde sakin ve nezaketli idi ama düşüncesini de kim olursa olsun söylerdi. İkna oluncaya veya edinceye kadar fikrini savunurdu. Yer yer tartıştığımız, farklı düşündüğümüz konular olsa da sonuçta bizimkisi şahsi ve kişisel yaklaşımlar olmadığından birbirimizi ikna ederdik. Karşısındakini gayri ciddi, zevzek bulduğunda tavrını koyar, lafını esirgemezdi.
Şekilsel ve mekanik bir takva anlayışı yoktu. “Önceleri biz şöyle düşünüyorduk, şimdi değiştik.” diyenlere, nostaljik anı ve hatıralarla avunanlara, “Biz belirli virdlerden sorumlu bir tarikat veya sadece Kur’an tilaveti, tecvit çalışması yapan bir yapı değiliz. Allah’ın rahmet dini olan İslami değerleri günümüz ihtiyaçlarını çözecek bir anlayış yakalamamız gerekir.” diyordu.
Okumayan, kendini yenilemeyen, zamanın ruhunu kavramayan, 2000 öncesi düşünce konforunu bozmayanlara karşı etkin ve de yetkindi. Diyebilirim ki 2000 sonrası paradigmanın oluşmasındaki 4-5 isimden biriydi.
Bu dinin hikmetini ve bu mücadelenin kodlarını iyi kavrayan bir kardeşti. Sürekli okur, kendini geliştirir, her ortamda bir katkı sunardı.
Bu mektepte yetişti, değer kattı. Asıl anlamlı bir hayatın başkası için bir şeyler yapmak olduğunun farkındaydı. Onurlu ve erdemli bir toplumun fedakârlıkla sürdürülecek bir mücadeleyle mümkün olacağına inanıyordu.
Şehadet duruşlu dememin sebebine gelince, Allah Rasulü’nün birtakım hastalıklarla, acılarla ölenlerin şehit sayılacağı rivayetine yaslanmakla beraber, asıl 10 seneyi aşkın böbrek yetmezliği ki haftada 3 kez diyalize giriyor, her diyaliz 6 saat sürüyor. Son 2 senedir de karaciğer yetmezliği vardı. Ciddi kronik hasta olmasına rağmen yakın çevresinde olanlar hariç onun hasta olduğunu kimse bilmez, kimseye söylemez, şikâyet etmezdi.
Sağlıklı kişiler bir sürü mazerete sarılırken o hiç yerinde durmaz, sürekli sorumluluklarını yerine getirirdi. Bazen şehir dışı gezilerine kıymazdım, gelme derdim. O da “Senin benden önce ölmeyeceğinin garantisi mi var?” derdi. Yani o halde bile tevekkülü ve teslimiyeti terk etmedi. Zihnî olarak da fiilî olarak da hep diriydi.
Suat Hoca’nın deyimiyle, o demiş ki: “Bu hastalık sana neyi fark ettirdi?”
Rahmetli de şahlanmış bir atın yularından aşağı çekmek gibi bir şey. Şahlanırken de rahvan yürürken de onu hep hareket halinde gördük. Ne hastalığı ne şartlar onu pes ettirmedi. Takati neye yetiyorsa, gücü neyse onu Allah yolunda esirgemedi. Azmi, iradesi, kararlılığı ve gayretiyle şehadet aşıkları gibi kendinden olanı Rabbine sundu. Onun içindir ki şehadet duruşlu kardeş dedim.
Mü’minlerden öyle erler vardır ki Allah’a ahdini yerine getirdi, kimisi de sırasını beklemektedir. Enes b. Nadr gibi sahip olduklarını Rabbine sundu. Rabbim kabul buyursun.
Bazı insanlarla ailemizden daha çok vakit geçiririz. Bu kardeşle de gerek fikrî gerek fiilî anlamda genel yapı üzerine çok mesaimiz oldu. Hastalık dönemi ilgilenmeyle beraber taziyesinde bulunduk, yasımızı tuttuk. Bu yakınlığımız ailesinin dikkatini çekti ki, “Biz böyle bir kardeşlik görmedik, biz de size taziye vermek için derneğe geleceğiz. Anladık ki bizim kadar, hatta daha fazla sizin de kaybınız, sizin de değeriniz.” dediler.
Oğlu Said, abileri, kardeşleri, amcaları, dayıları, yeğenleri, kuzenleri hep beraber bize taziyeye geldiler. Onlara dedik ki “Evet biz de kardeşimizi kaybettik. Kardeşimiz muhabbet besledikleri, değer verdikleri bizler için de değerlidir. Size olan muhabbetimiz de sevgimiz de devam edecek. Fakat aslolan hep beraber onun misyonuna sahip çıkmak. Sizden bunu umuyor, bunu bekliyoruz.”
Kazım kardeş Rabbine yürüdü. Bizler de gideceğiz. Rabbim bizim de onun gibi son nefesine kadar mücadele azmi içerisinde olmamızı, kalbimizi ve ayaklarımızı taatımız üzere sabit tutmasını niyaz ediyorum.
İslami hareketin yiğit evladı değerli kardeşimin aziz hatırası, pak mücadelesi, net duruşunu hayırla yad ediyor, rahmetle anıyor, saygıyla, muhabbetle selamlıyorum.
Kaynak: anadoluplatformu.org.tr