Tarihimizin önemli dönüm noktaları vardır. Devletler kurduk, fetihler yaptık, medeniyetimize esas teşkil eden müesseseler meydana getirdik, orijinal kurumlarla vaktiyle dünyaya örnek teşkil ettik, yendik, yenildik? Bunların pek çoğu herkesin üstünde birleştiği dönüm noktaları olarak telakki edilebilir. Ayrı ayrı saymaya gerek yok? Örneklendirmenin biraz da ilgilenenlerin şahsi mülahazalarına dayanması tabiidir.
Dönüm noktası olarak ele alabileceğimiz yönetim sistemleri değişikliklerini de yaşamış bir topluluğuz biz. Osmanlı devleti şaşaalı devirlerini geride bıraktıktan sonra reform ve yenilenme çabalarının çok görüldüğü zamanlardan da geçti. Üçüncü Sultan Selim´in yenileşme gayretlerini, Sultan Mahmud´un Yeniçerilik Kurumunu kaldırmasını, 1838´deki İngiltere ile ticaret anlaşmasını, arkasından Tanzimat Fermanı´nın ilanını, bu dönemlerdeki bazı dış borç ve dış ticaret anlaşmalarının getirdiği hükümleri sayabiliriz. Birinci ve İkinci Meşrutiyet dönemleri yönetim sisteminde esaslı değişikliklere niyet edilen ve demokrasi yolunda ilk denemelerin yapıldığı devirler olarak belki biraz daha özel bir yere sahiptir. Sonra Cumhuriyet ve çok partili hayata adım atılan 1950´ler? Arkasından yine dönüm noktaları kümesine dâhil etmek zorunda kaldığımız darbeler? Ve nihayet 2002 seçimleriyle bir umutlar manzumesi olarak başlayan Ak Partili yıllar?
Bir hususa dikkat etmek gerekiyor. Yukarda saydığımız bütün dönüm noktaları yaptıkları iyi veya kötü etkiye göre bu sıfatla anılıyorlar. Dönüm noktası deyince ne sadece iyi sonuçları ne de sadece kötü sonuçları kast ediyoruz. İstanbul´un fethi iyi sonuçlarıyla hafızamızda yer etmişken darbeler kötü sonuçlarıyla zikrediliyorlar. Bir başka nokta da bir değişiklik ya da olayın dönüm noktası tabirini hak etmesi için belli bir zamana ihtiyaç duymasıdır.
Şimdi Türkiye, yönetim sisteminde esaslı bir değişiklikle karşı karşıya? ?Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi? nasıl işleyecek, ne gibi yenilikler getirecek, eski anlayışlar ne kadar yerini yeni bir mana ve kavrayışa bırakacak? Bunlar merak konusu olmayı hak ediyorlar? Dileyelim ve umalım ki, bu değişiklik ileride iyi dönüm noktaları cümlesine dâhil olsun.
İnsan malzemesi aynı olduğu için şahısların inisiyatifine bırakılacak hususlarda çok fazla bir değişiklik beklemek doğru olmaz. O halde kurumsallaşmayı bir kere daha gündeme almak ve bunun prensiplerini yazılı ve müeyyideli bir hale kavuşturmak zorundayız.
Avrupa Birliği bu bakımdan önemliydi. Kişilerin tasarrufundan çıkacaktı pek çok şey, kurallar çalışacak ve hukuki güvencenin kapısı aralanmış olacaktı. Şimdi umulur ki, bu yoldaki gayretlere yeniden niyet edilsin.
Türkiye doğal kaynaklar bakımından zengin bir ülke değil. Zengin enerji kaynaklarımız yok. Üstelik enerjiye çok önemli bir kaynak ayırmak zorundayız. O halde içimize kapanmaya ve dış dünya ile ilişkilerimizi, bırakın kesmeyi sınırlandırmaya bile imkân yok. Dış dünyaya herhangi bir taviz vermekten bahsetmiyorum elbette. Türkiye´nin hem dış borcu hem cari açığı dolayısıyla dış kaynaklara ihtiyacı var. Bunu en ucuz ve onurlu bir şekilde temin etmenin yolu güçlü bir demokrasiden, sağlam hukuki güvencelerden ve denetlenebilir bir yönetim mekanizmasının varlığından geçiyor. Hukuki güvence ne kadar az ise faizler, yani kredi maliyetleri o kadar yüksek olmuyor mu? İster iç kredi olsun ister dış kredi olsun, bu böyle?
Finansal kapitalizm diye bir üstü örtülü oluşum varsa bununla mücadele etmek için önce kurum ve kurallarıyla güçlü bir şekilde işleyen bir demokrasiye ve hukuken öngörülebilir bir yapıya ihtiyaç var. Şu anda faizler %20´ler civarında, enflasyon %15´lerde? Ak Parti ilk döneminde bunları ustalıkla kontrol altına almıştı.
Olağanüstü hal rejimleri ister istemez hukukun bir kısmını rafa kaldırıyor. Bu sebeple olağanüstü halin kaldırılması niyeti çok önemli bir adımdır. Bir o kadar önemli bir başka husus da bir daha olağanüstü hale başvurmaya gerek kalmayacak bir sistemin oluşturulmasıdır.
Türkiye her alanda potansiyeli ve demokrasi arzusu çok güçlü bir ülkedir. Korkularından sıyrılmadıkça bu gücünü kullanma kapasitesi zaafa uğramaktadır. Artık 15 Temmuz hain darbe teşebbüsünün yarattığı travmadan sıyrılmak zorundayız.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi içerisinde oluşturulacak bakanlıklar, kurullar, başkanlıklar ve ofisler olduğu söyleniyor. Bunlar için biçilen fonksiyonları iyi kötü tahmin edebiliyoruz. Onların yapacağı işi mevcut sistemde üstlenen birimler vardı. Şimdi yeni sistemin iyi çalışması için eski sistemde aksayan taraflar ne idi sorusunun iyi cevaplanması gerekiyor. Koordinasyon eksikliği miydi, yetki karmaşası mıydı, karar almakta ve icrasında gecikmeler mi vardı, verimlilikle ilgili bir noksanlık mı söz konusuydu?
Bütün bunlarla beraber göz önünde bulundurulması zaruri olan başka ince noktalar da var. Bugüne kadarki gelişmelerin tatminkâr bulunmadığı hususlar bunlar.
Başta inşaata dayalı büyümeyi değil sanayi üretimini hedefleyen bir büyüme ve gelişme stratejisine ihtiyaç var. İstihdam açısından da önemi büyük bu işin. İnşaat bitti mi o alandaki istihdam da bitiyor, oysa sınai mallar üretiminde istihdamda süreklilik var. Bu değişikliği yapamaz ve üretene destek yerine vergi ve başka unsurlarla köstek olur kredi maliyetlerini düşürücü politikalar geliştiremezsek orta gelir düzleminin de altına inme riskinden kurtulamayız.
Eğitim büyük derdimiz. Ne yapmamız gerektiğini tespit edememenin sıkıntısını çekiyoruz. Ama hiç değilse katma değeri yüksek endüstriyel ürünler için hiç vakit geçirmeden lisansüstü çalışmalara özel bir yer ayırmamız gerektiğini hatırlayalım. Burada bir noktaya daha vurgu yapmak gerekiyor. Bizim çok daha çabuk katma değeri yüksek ürün elde edebileceğimiz alan endüstriyel tarımdır.
Seçim dönemlerinde kutuplaşmanın zirve yaptığını görüyoruz. Bunun toplumsal barışı zedelemesi bir yana herkese söyleyecek bir sözü olması gereken kimselerin söylediklerinin kaale alınmaması gibi bir etkisi de var. Oysa İslami tebliğin ilk şartı muhatabın sizi dinleyeceği bir iklimin oluşturulmasıdır.
Yeni dönemin, Türkiye´yi İslam dünyasının örnek almasını temin etmek gibi bir görevi de olduğunu düşünüyorum ben. Onun için de otoriter yönetim algısına yol açabilecek hususları bir an önce demokratik prensiplerle değiştirmek gerekiyor.
Biz ümitvar olmaya devam etmek zorundayız. İmkânlar âlemi her zaman bizden yana olmasa da?