Yaşanan gelişmeler sâdece AB’nin değil, külliyen, hem teorik hem de pratik düzlemlerde Avrupalılığın sonuna gelindiğine işâret ediyor. Borell’in son açıklamaları bu durumu keskin bir şekilde ortaya koyuyor. Borell, değerlen-dirmesinde bahçe-orman metaforunu kullandı. Avrupa’yı düzenli bir bahçeye, Avrupa dışı dünyâları ise vahşi bir ormana benzetti. Buna göre, azgın bir şekilde büyüyen orman bahçeyi istilâ etmektedir. Borell’in bu tehlikeli gidişât karşısındaki iddiası ve teklifi ise bahçevanların himmet ve gayretiyle bahçenin bu azgın saldırılardan korunması istikâmetindeydi. Bu metafor Rusya’nın Ukrayna’yı işgâlinden, yaşanan göçe kadar çok sayıda unsuru imlemekte, çağrıştırmaktadır.
Aslında Borell, sosyal teori çalışanların yabancısı olmadığı bir ayırımı kullanmaktadır. Sosyolog Zygmund Bauman, Batılı modern kültürün doğrudan “bahçe-ayrık otları” arasındaki ayrımın üzerine kurulduğunu kitaplarında uzun uzun anlatmıştır. Bahçe doğal bir mekân değildir. Tabiattan esinleniyor, ondan izler taşıyorsa da insanın ona müdahalesinin eseridir ve her hâliyle sun’idir.
Batı kültürünün tabiat ile kurduğu ilişkiler çok sorunludur. Bir taraftan, insanın yücelişi gibi gösterilerek, tabiat hasımlaştırılır. Modern kültürün tornasından geçen bireylerin zihinlerinde tabiata olan bağımlılığımızı aşmak, tabiatı yenmek , tabiatın tehlikelerini izâle etmek vb ifâdeler uçuşur. Tabiat olarak tabiatı hasımlaştıran zihniyet, onu soyutlamaktan ve tekmil postüla ve kurgularını ona dayandırmaktan geri kalmamıştır. Tabiat nazariyeleri modern siyâsal ve hukuksal düşünce târihinin ayrılmaz kısımlarıdır. Meselâ ne olduğu çok da belli olmayan tabiî hukuk, iyiliği kötülüğü hummalı bir şekilde tartışılan tabiî durumdaki insan buna verilebilecek misâllerdir. Bu bakışa içeriden de tepkiler gelmiş, meselâ Romantikler, bir tepki olarak tabiat olarak tabiatı fetişleştirmişlerdir. İlk devir Nazizm ve Yeşiller eş anlı olarak bu damardan beslenirler.
Bahçe düzenliliği olduğu kadar temizlenmeyi de ihtivâ eder. Bir bahçenin tanzimi, onun ayrık otlarından olduğu kadar “zararlı” börtü ve böceklerden de arındırılmasını ifâde eder. Botanik estetizasyon bu süreci tekemmül ettirir. Arılanmak ve temizlenmek bahçenin kurucu güdüleridir. Burada kültür antropolojisinin bizlere hediye ettiği başka bir ayırım ile karşılaşıyoruz: Temiz ve kirli arasındaki ayırım. Kültür antropoloğu Mary Douglass’ın Saflık ve Tehlike: Kirlilik ve Tabunun bir Çözümlenmesi başlıklı kitabı bize bu hususta ufuk açan bilgiler sunmaktadır.
Avrupa’nın şekillenmesi de aynı metaforla rahatlıkla anlatılabilir. Meselâ teorik bağlamda akılcılık aslında aklın, analitik-pozitif bilimsel metodlarla, hurâfe, metafizik, inançlar, gelenekler vb zihinsel ayrık otlarından temizlenmesidir. Bu dalga bizzat dinî hayât içinde de yaşanmıştır. Katolik kilisesinin temsil ettiği düşünülen ayrık otlarından temizlenmesine adanan dinî hareketler zamân içinde sâdece protest olmaktan(Protestanlık) çıktığını, saflaşmayı ve arınmayı ifâde eden akımlara (Püritanlık) dönüştüklerini görüyoruz. Bu dalga o kadar büyük ve etkilidir ki, Katoliklik bile bundan nasibini almış, kendi derlenmesi ve toparlanmasını başlatmıştır. Pratik düzlemde de bunun bir karşılığı vardır. 1453’de Fâtih Sultan Mehmed, çok etnikli ve inançlı büyük bir coğrafyada insanları barış içinde yaşatan bir sistem inşâ ederken, çok değil, kırk sene sonra 1492’de İspanya’da Reconquista yaşanıyor, Müslümanlar ve Yahudiler büyük bir katliam ve sürgüne mâruz kalıyorlardı. (Bunun 1940’lardaki Holocaust’un atası olduğu ne kadar âşikârdır).
Elhak, Batı kendi bahçesini kurmaya muvaffak oldu. Muntazam kentler, kurallı yaşayan yurttaşlar ve toplumlar kurdular. Bahçenin istikbâlini tehdit eden muhalif unsurları da ehlileştirdiler. Sanayi disiplini bunda başrolü oynadı. Onun dişlileri arasında bunalan kitleleri yeniden bölüşümde ödüllendirerek oyaladılar. Bahçe fikri, Batılı sermâyenin yayılmasında da iş gördü. Müstemlekecilik onu yedeğine aldı. Bahçenin yeni adı medeniyet(çilik)ti. (Bunun hikâyesini bir de Norbert Elias gibilerden okumak gerekir). Dünyâyı talan etmenin güzellemesi oldu bu kavram. Gittikleri yerler ormandı, jungle’dı. Lûtfedip oraları da bahçe düzenine kavuşturmayı vaad ediyorlardı. Toprağı bol olsun, Edward Sâid bunun maskesini indirdi.Koca bir oryantalist külliyat bunu anlatır.
Batı, sömürgeciliği yüzüne gözüne bulaştırdı. Pahalı ve yorucu bir işti bu. Nihâyet, ekonomik ayrıcalıklarını emniyet altına alarak, herbirine bir bayrak ve ulusal marş bırakarak çekildiler. Eski sömürgelerin devletleri ve ulusları oldu. Ama sermâye yoksunluğu bellerini büktü. Ormanlardan bahçelere doğru bir göç başladı. Başlangıçta kendi pis işlerini “orman kaçkınlarına” gördürmek hoşlarına gidiyor, bunu arılanmanın içine katıyorlardı. Ama zaman içinde bu iş kontrolden çıktı. Kapitalizmin ağır sistemik krizlerinin bahçenin aslî sâhiplerine yaşattığı sorunların faturası, yabancılara kesilmeye başladı. Bahçe sakinleri bu arılanma işini egoizmleriyle birleştirmiş, âile ve çocuk yapmak gibi işleri bırakmış, yaşlı nüfuslara dönüşmüş, sayısal olarak azalmaya başlamıştı. Gelenler ise biteviye ürüyorlardı. Bahçelerde ayrık otları hıza çoğalıyordu. Çâre, eski bildik yoldan başka ne olabilirdi ki? Avrupa siyâsî müktesebâtı, sağı ve soluyla, faşizan kodlarına çekildiler ve yeni bir Reconquista peşine düştüler. Baudrillard buna yoğun bakım ünitesi sendromu derdi. Temizlik ve arılık ihtirası Batı dünyâsını yoğun bakım ünitelerine çevirdi. Unuttukları husus, en virütik vasatların, en arılanmış olduğu yerlerde üreyeceği gerçeğidir.
Mahatma Gandhi, kendisine “Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz” diye soran gazeteciye o mütebessim ifâdesiyle “İyi bir fikir olabilirdi” derken yaptığı taşlamasıyla ne kadar da haklıymış…