Balibar, Vartan Halis Yıldırım’ın “Irak’ın kuzeyinde PKK’ye yönelik yürütülen askeri operasyonlarda kimyasal silah kullanıldığı iddialarının araştırılması çağrısında bulunan Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı hala hapiste. Savaş suçlarının aydınlatılmasında bir adli tıp uzmanının ve entelektüelin rolü nedir?” sorusunu yanıtladı.
Balibar, şu ifadeleri kullandı:
“Öncelikle ifade etmek isterim ki Türk ordusunun Irak Kürdistanı’nda halka ve öz savunma güçlerine karşı kimyasal silah kullandığı iddialarına ilişkin bağımsız bir soruşturma başlatılması çağrısında bulunmasının ardından 26 Ekim 2022 tarihinde polis tarafından tutuklanan ve hakkında kovuşturma başlatılan Profesör Şebnem Korur Fincancı’nın serbest bırakılmasına destek olmak amacıyla bir düşünce yazısı kaleme almaktan büyük onur duyuyorum. Dr. Fincancı, tanınmış bir hukuk uzmanı ve Türk Tabipler Birliği’nin başkanıdır. Bu tutuklama ve kovuşturma, temel demokratik anayasal ilkelere ve Türkiye tarafından onaylanan uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Dünyadaki aydınların, hukuk teorisyenlerinin, akademisyenlerin ve barış aktivistlerinin Profesör Fincancı’nın derhal serbest bırakılmasını ve tüm ‘suçlarından’ aklanmasını talep etmeleri tamamen haklıdır.
Fincancı’nın tutuklanmasının, ülkedeki eleştirel sesleri susturmaya yönelik genel bir politikanın parçası olduğu açıktır. Yakın geçmişte devlet yetkilileri tarafından siyasi muhaliflere ve özgürlükçü hareketlere karşı uygulanan cinayet ve işkence vakalarını açıklığa kavuşturan en yetkin, saygın ve cesur seslerden birinin hedef alınması tesadüf değildir. Bu durum aynı zamanda büyük önem taşıyan bazı genel soruları da gündeme getirmektedir.
İlk olarak, uzmanların -daha genel olarak entelektüellerin- kamusal alandaki işlevi ve onlara tanınması gereken haklar meselesi var. Bu, demokrasi ve onun otoriter rejimlerden ayrı tutulması için hayati bir sorundur. Genel olarak devletler, kendi ‘şiddet tekellerini’ kullanırken halkın bunu kontrol etme olanaklarını kısıtlama eğilimindedir. Öte yandan, bu tekelin kötüye kullanılması, özellikle de temel hakların (ifade hakkı da dahil olmak üzere) inkarı, bir devletin belirli çıkarlara hizmet eden baskıcı bir mekanizmalar bütününe dönüşmesinin kesin bir kriteridir. Aydınlar ve uzmanlar seslerini yükselterek, suçları duyurarak, hukuku ve insan haklarını ihlal eden uygulamaları eleştirerek devleti zayıflatmıyor, meşru otoritesini ortadan kaldırmıyor, aksine hayati öneme sahip olan yurttaşlık görevini yerine getiriyorlar.
İkinci olarak, savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, kişisel ve kolektif hakların bastırılmasına yönelik uluslararası soruşturmaların ve daha genel olarak uluslararası mahkemelerin meşruiyeti sorunu vardır. Bu son derece hassas bir sorundur çünkü siyasi egemenlik kavramının anlaşılmasına dokunmaktadır. Devletlerin sadece uluslararası alanda değil, kişi haklarına dokunan bazı iç faaliyetlerinde bile uluslararası hukuk kurumları tarafından denetlenebilmesi, 20. yüzyılda ‘haklara sahip olma hakkı’nın (Arendt) en büyük ilerlemelerinden biri olmuştur. Elbette birçok devletin bu kuralı uygulamadığını ve hatta prensipte reddettiğini gözlemliyoruz. Özellikle kamuoyunun gücüyle bu kuralı kabul etmeye zorlanabilecekleri her durum, insanlığın ilerlemesi ve özgürlüğün gelişmesi için bir mücadele alanıdır.
Bu durum özellikle üçüncü sorunumuzu oluşturan silahlanma, savaş pratiği ve ‘kitle imha’ silahlarının kullanımı söz konusu olduğunda geçerlidir. Bu ilk iki meseleden daha da zordur çünkü bir siyaset aracı olarak savaşın ortadan kaldırılması ve (filozof Immanuel Kant’ın sözleriyle) ‘sürekli barış’ durumunun yaratılması tamamen ütopik bir projeye dönüşmektedir. Vahşet ve cinayet uygulamaları, iç ve dış savaş, ‘savunma’ ve saldırganlık arasında giderek artan bir ‘karışıklık’ ile bireysel silahlardan nükleer bombaya kadar uzanan bir süreklilik oluşturmaktadır. Ancak bu süreklilikte, uluslararası hukukta kimyasal silah kullanımının, işkence uygulamasının, sivil nüfusun hedef alınmasının yasaklanması önemli bir fark yaratmaktadır. Yine devletler, aşırı milliyetçi ideolojileri benimsediklerinde bu yasakları daha da fazla (ama sadece değil) görmezden gelme eğilimindedirler. Bu tür uygulamaların kınanmasındaki her başarı demokrasi ve barış için faydalıdır.
Profesör Fincancı, bu demokratik mücadelelerin her üç cephesinde de aktif ve son derece cesur bir şekilde yer almıştır. Kendisi sadece takdiri değil desteği de hak etmektedir. Serbest bırakılmasını ve kendi hükümeti tarafından kendisine yöneltilen kötü niyetli suçlamalardan aklanmasını talep etmeliyiz.”
Kaynak: farklı bakış