21. 09. 2018 Cuma
2000´li yıllara kadar "Savunma" denilince o ülkenin askeri gücü, tarihten gelen dost ve düşman tanımı, komşularıyla ilişkileri ve bunun sonucunda oluşan askeri tehditler karşısında sahip olunan kabiliyetler anlaşılırdı. Bu kabiliyetleri nereden aldığınız ya da ne kadarını ürettiğinizden ziyade, elinizde kaç adet bulunduğu kısmı daha önemliydi. Buradan yola çıkarak, Yunanistan ile aramızdaki husumeti sürekli kaşıyıp silah sattılar bize. Onlara bir füze sattılarsa bize karşı sistemini, bize yüz savaş uçağı sattılarsa onlara iki katını... Rusya´yı ve komünizmi gerekçe gösterip, topraklarımızın bir kısmını işgal edip askeri üs bile kurdular. Kimse demedi ki "bir dakika beyler, nedir bu komünizm, kaç silahı vardır, niye tehdit altındayız?" Yine kimse demedi ki "Yunanistan´ı NATO´ya aldıran biziz, bize nasıl saldırabilir ki silah alıyoruz" diye. Biz ülkemizi silah çöplüğüne çevirirken silah tüccarları ceplerini doldurdu.
Asla doymadılar. Çalıştılar, yatırımlar yaptılar, yenisini araştırdılar, üretmeye devam ettiler. Kendilerinin zerre ihtiyacı yoktu bu silahlara. Nasıl ki bir dönem altına karşılık Amerikan doları bastılarsa, petrole karşılık silah ürettiler. Dünya nüfusunun yüzde 4,3´üne sahip Amerika, dünyadaki tüketimin yüzde 35´ini ancak bu tür bir karşı ticaretle kapatabilirdi. Aynı hesabı yapan İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya dünyayı sömürme yarışına girmişlerdi. Bugün savunma alanında en büyük ülkeler bunlarsa, sebebi budur. Dev savunma sanayii firmaları yarattılar. Firma deyince aklınıza faydalı bir şey gelmesin, bildiğiniz silah üreten fabrikalar. Locheed Martin, BAE Systems, Northrop Grumman, Thales, Leonardo, Patriot HSS, Raytheon Company bunlardan bazıları.
Pasta küçülünce savunma konseptini daha ileri taşıdılar. Asimetrik terör tehditleri ile savunmanın yanına güvenlik konseptini de ekleyerek daha fazla satmaya, pastayı büyütmeye çalıştılar. Hatta o kadar ileri gittiler ki, kendi ülkelerini ve vatandaşlarını bile vurarak ikna edici olmaya çalıştılar. Başardılar da!.. 2000´li yıllara kadar iki ülkenin arasındaki bir mesele iken savunma denilen şey, o yıllardan sonra her bir vatandaşın problemi oldu. Bu daha fazla silah satışı demekti.
Türkiye ne yaptı?
Biz de boş durmadık. Silah alımları için Millet Meclisi´ne falanca ülkenin savunma harcaması örnek gösterilerek onu geçmemiz gerektiği söylendi; NATO´ya millî gelirin yüzde 2´sini silaha ayıracağımız taahhüt edildi.
Savunma sektöründe nasıl bir çevrim yarattıklarını anlamak, açlık seviyelerini görmek için daha derinlere de bakmak lazım. Amerikan stratejisinde askeri alanda işler devasa AR-GE yatırımlarına dayanır. Bizdeki gibi geliştirme ya da tersine mühendislik değil, bildiğin araştırmaya dayanır. Çoğu zaman çöpe giden bu yatırımlar sayesinde öğrenmeyi sonuna kadar kullanırlar, sonunda etkili bir silah ya da sistem yapınca kullanımını ve satışını sadece kendi orduları ile sınırlar, daha iyisini geliştirdiklerinde eskisini sömürge ülkelere "Dost ve müttefik" masalı altında satıp kanınızı emerler. Ona rağmen, "parayı verdim, silahı aldım istediğim gibi kullanırım" dedirtmezler. Örneğin, Kıbrıs´ta kullanımı yasaklar, terör bölgesinde kullanımı sınırlar, kaynak kodlarını vermez. Kural çok basittir. Parasını vermiş olabilirsin ama aslında silah ya da sistemin sahibi hâlâ Amerika´dır.
Bugün geldiğimiz nokta, savunma sanayii sektörü, askeri ihtiyaç üreten bir sektör olmanın ötesinde binlerce çalışanın istihdam edildiği, en iyi mühendislerin çalıştırıldığı, ortaya çıkan ürünlerin çift kullanım (dualuse) şeklinde pazarlandığı, ülkeler arasındaki ilişkileri şekillendiren, ekonomiye doğrudan etki eden bir sektör haline geldiğidir. Savunma sanayiinde güçlüyseniz, ekonominiz de o kadar güçlüdür ve uluslararası arenada liderlerin birlikte çektirdiği resmin en ön sıra ortasına o kadar yakınsınızdır. Ancak bu işler öyle kolay değil, bir kaç yeni yetme mühendisle tersine mühendislik yaparak, bir organize sanayi bölgesinde üç beş kaynak yaparak başarabileceğiniz bir mevzu değil maalesef.
Bazı değerlendirme ve sonuçlara ulaşabilmek için öncelikle tarihimize de bir bakalım. İlk adımın ne zaman atıldığı, falanca padişah, filanca mucit, ilk uçak fabrikası gibi tartışmaları bir kenara bırakırsak mihenk taşı olarak merhum Turgut Özal´ın o günkü adıyla "Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı (SaGeB)"nı kurmasını gösterebiliriz. Bu sektöre bahşettiği öneme dair mesaj verebilmek için bu kurumu 1985 yılında ilk kurulduğunda Başbakanlığa bağlamaya çalışmışsa da, engellere takılmıştır. Savunma sanayii altyapısının tesisine ilişkin politikaların tespiti ve bu politikaları tatbik etme yetki ve sorumluluğuna sahip mekanizmaların oluşturulması görevi tevdi edilerek Millî Savunma Bakanlığı´na bağlanmıştır. 1989 yılında Savunma Sanayii Müsteşarlığı olarak yeniden yapılandırılmış, 2017 yılında gerçekleştirilen bir düzenlemeyle T.C. Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanlığı olarak güncellenmiştir. 1989 yılı bakışı ile 2017 yılı bakışı arasındaki temel fark, 1989 yılında amaç kurumu güçlendirmek ve yetkilerini artırmak iken, 2017 yılında ise kurumun imkânlarını kullanma ve bu imkanlardan sonuna kadar siyasi olarak faydalanmaktır.
AKP iktidarı yıllardır yerli savunma sanayiinden bahsediyor.
Peki, bu kurum neler yaptı da bu kadar önemli? Düne kadar engellemeye çalışılan, hatta 2000´li yılların başında bazı apoletli çevrelerin bu kurumu kapatma çabalarına rağmen elde edilen kazanımlar veya kayıplar nelerdir?.. Son yaşadığımız büyük ekonomik kriz savunma sanayimizi nasıl etkiledi?.. Ve çok daha fazlası...
Bugünden itibaren ADSIZ´da alışık olmadığınız tarzda, dizi söyleşiye yer vereceğim. Savunma sanayiinden çok üst düzey bir yetkili ile saatler süren bir söyleşi yaptım. Ama tahmin edebileceğiniz sebeplerden dolayı isim yok, fotoğraf da yok!.. Eğer, gerçekler hakkında bilgi almak istiyorsanız, güçlü ekonomi/güçlü devlet, güçlü savunma sanayiinden geçer diyor ve bu ülkenin sorunları beni çok yakından ilgilendirir diye düşünüyorsanız söyleşinin her satırını büyük dikkatle okumanızı öneririm.
Büyük bir sır perdesini aralayan o isme, bu köşeden de teşekkürlerimi bir kez daha sunarım... (Devam edecek.)