Son NATO Zirvesi bizim kamuoyunu, daha çok İsveç ve Finlandiya’nın üyelik müracaatı husûsunda Türkiye’nin koyduğu rezerv açısından alâkadar etti. Yanlış da değil. NATO Zirvesi’nde en kritik gündem maddelerinden birisi de buydu. NATO’nun konsept değişikliği ise bu konunun gölgesi altında kaldı.
Teferruata girecek değilim. Ama görünen o dur ki, Biden’ın iktidâra gelmesinin ardından dünyâ, tehlikeli bir dönüşümün içine girdi. “Amerika geri dönüyor” şiarı üzerinden, ABD’deki Demokratların iktidârı kolları sıvadı. Trump devrinde zayıflayan NATO yeniden odağa alındı. Rusya ve Çin kapsamlı bir düşmanlaştırma siyâsetlerine mâruz bırakıldı. AB’den gelen çatlak sesler bastırıldı. Rusya-Ukrayna savaşı bahane edilerek AB, mevcut basiretsiz siyâsal kadrolar mârifetiyle NATO’ya eklemlendi. Son NATO Zirvesi’nde, bu süreç, içine Japonya, Avustralya gibi Pasifik güçlerini de alarak büyük ölçekli silâhlanma programlarıyla bezeli olarak derinleştirilmiş durumda. Kimilerine göre dünyâ, yeniden 1914 şartlarına gelmiş durumda. Pek çok çevre, yeni bir Soğuk Savaş iklimine girildiğini söylüyor. Aslında bu tespit o kadar da doğru görünmüyor. Soğuk Savaş, muhtemel bir sıcak savaş riskini karşılıklı olarak bertaraf etmek üzere, kendi norm ve kodları üzerinden kurgulanmıştı. Bugün yaşananlar ise, bunun tam tersine hızla bir sıcak savaşa gidişi temsil ediyor.
Daha evvelki yazılarımda, bunun doğrudan kapitalizmin içine girdiği sistemik bir krizin zarûrî neticesi olduğuna işâret etmiştim. Bu sistemik kriz, ABD’den başlayarak, Çin de dâhil olmak üzere tekmil dünyâyı içine alıyor. Mesele şu: Dünyâ bu gidişâta bir çâre bulabilecek mi? Başka bir şekilde soralım: Derinleşen maddî zarûretlerin dayatmasına karşılık, insanoğlunun irâdesi bu gidişâtı durdurabilecek mi?
“Teşbihte hatâ olmaz” deyimi, çok yanlış olarak, teşbihte yapılacak hatâların ihmâl edilebilir olmasına yorulur. Hâlbuki bu ifâde, teşbih yapana bir ikazdır: “Teşbih yaparken dikkât et, teşbihte hata yapma” demektir. Şimdi soralım: Maddî şartlar îtibârıyla dünyânın hâl-i hazırı 1914’e benzetilebilir. Acaba, gayrı maddî şartlar îtibârıyla aynı şeyleri söyleyebilir miyiz?
Christopher Clarke’ın meşhûr kitabı The Sleepwalkers: How did Europe went to War in 1914? başlığını taşır. Bu kitapta, Clarke, savaş gümbür gümbür gelirken, insanlığın bu karşılayış tarzındaki hâlini uyurgezerlik sendromuyla açıklar. Böyle bir ihtimâle karşı; “yok, yok olmaz” denilen, yarı şuursuzluk hâlidir bu. Rusya-Ukrayna savalı evvelinde, sokaktaki Ukraynalılara, “Savaş çıkacak mı?” sorusunu soran muhabirlere büyük bir çoğunluk, “Hayır, olur mu öyle şey; biz Ruslarla kardeşiz” cevâbını veriyordu. Gördük…
Savaş ihtimâli karşısında uyurgezerlik hâli, bu ihtimâli zihinden kovmak refleksi ile açıklanabilir. Bu refleks, insanlığın savaşmak arzusunda olmadığına işâret eder. Ama aynı zamanda da çocuksu bir reflekstir bu. Ekonomide , işler bozulduğunda, “görünmez elin devreye girerek” dengesizlikleri bertaraf edeceğine inanmak ne kadar çocuksuysa, savaş ihtimâli yükseldiğinde, görünmez mâkullerin devreye girerek bu ihtimâli ortadan kaldıracağına inanmak da o kadar çocuksu bir beklentidir.
Militarist ekonominin lordları ve askerî stratejiler elbette dâimî olarak savaşa hazırlık içindedir. Siyâsal stratejiler ise çift taraflıdır. Bir taraftan savaşa hazırlanmanın içindedirler; diğer taraftan da bu ihtimâli uzaklaştırmanın gayretini sarf ederler. Uyurgezer kamuoyları ise, günlük koşuşturmaları içinde kolay kolay savaşın çıkacağına inanmaz. Ama bir kıvılcım her şeyi alt üst etmeye yeter .
Bugün ürkütücü olan şu: Siyâsal küreler, tuhaf bir şekilde savaş ihtimâline şerh düşmenin, onu dışlamanın derdinde değil. Son NATO Zirvesi bunu açıkça ortaya koyuyor. Yapılanlar, yangına körükle gitmek sadedinde, düpedüz savaşa hazırlık ekseninde gelişiyor. Bu, tam mânâsıyla siyâsal bir akıl tutulması.. NATO salonlarında bir pub’da dolaşır gibi dolaşan Boris Johnson bu tutulmanın ihtiraslı bir idealtipi.. Siyâsal kürede, savaşa îtirâz, arkalarında ciddî bir kitlesel destek olan sol muhalefetlerden gelir. 1914’de dünyâ solu, el hakk sıkı bir antimilitarizm geliştirmişti. Bugün sol, târihinin en kepaze evresini yaşıyor. İşçi sınıflarıyla bağları alabildiğine kopuk. Sol fikirler, bir “orta sınıf afyonu” olarak çalışıyor. Toplumsal ve ekonomik bağlamlarından kopuk, acıma nesnesi hâline getirdikleri kültür ve tabiat meseleleri ile avunuyor. Bu bağlam kopuklukları son olarak Yeşiller’de savaş çığırtkanlığı ile neticelendi. Mevcût akıl kaybını dikkâte alarak diyebilirim ki, savaş şimdiye kadar kırk defa çıkardı. Bunu durduran tek sebep nükleer tehlikenin varlığı deniyor. Artık bundan da çok emin değilim. Akıl kaybının en ileri evresi, çılgınlık merhalesidir. Son NATO Zirvesi tam da bunun eşiğinde olduğumuza işâret ediyor…