Tarih: 03.05.2022 01:09

Savaşa giden yollar

Facebook Twitter Linked-in

Daha evvelki yazılarımda dünyâ düzeni kavramı üzerinde durmuş; bunun devlet-ulus-sermâye üçlüsünün dengeye gelmesi meselesi olduğunu vurgulamıştım. II.Genel Savaş sonrasında böyle bir denge tutturuldu. Devlet-ulus-sermâye gibi, herbiri özerk olarak kendi aklına ve asimptotuna sâhip , iç çelişkilerinin yanında kendi aralarında da çelişen bu yapılar biraraya getirildi. Kısa vâdeli bir başarıydı bu. 1970’lere kadar hayli sorunsuz devâm etti. Bu târihten îtibâren ise sarsılmaya başladı , 1980’lerden başlayarak kriz doğurmaya başladı. 2008’deki krize kadar bunlar bir şekilde atlatıldı. Son kriz ise artık sistemik bir çözüm bulamıyor. Pandemi ile büyüyen 2019 krizi çözümsüzlüğü daha berrak bir şekilde ortaya koyuyor.

Krizin derinliğini, en yüzeyde kurumsal yapıların,başta siyâsal olanların iktidarsızlığında tâkip ediyoruz. Başta BM olmak üzere, gerek uluslararası, gerek ulusal sistemler ve yapılar , yükselen ,derinleşen krizlere bir çözüm bulamıyor. Otokrasilerin yükselmesi, siyâsal kurumların güçlenmesine delâlet etmez. Tam tersine ,siyâsetten umut kesmeye işâret eder. Son misâl, Fransa’daki seçimlerdi. Le Pen’in seçmenlerin neredeyse yarısının desteğini alması , Macron ile Le Pen arasında tercih yapmaya itilen büyük bir kamuoyunun buna umutsuzca tepki göstermesi , sürecin dramatik boyutunu ortaya koymaktadır. Siyâset , mutlak olarak bir tepki sanatı değildir. Kamuoyunda siyâsetin tezâhürü tepki olabilir; ama siyâsetin sanatlaştığı nokta, bu tepkileri bir paratoner gibi emmesi ve aklî karşılıklara kavuşturmasıdır. Günümüzde siyâset artık bir sanat değil. Sâdece tepkiler üzerinde surf yapmak canbazlığı olarak tezâhür ediyor. Siyâsal üslupların popülistik-demagojik sapmalarla yürütülmesinden bahsediyorum. Biden’ın yaptığı demokratlar-otokratlar ayırımı son derecede zayıf bir ayırım. Demokratların ne yaptığını son Rusya-Ukrayna savaşında sıcağı sıcağına tâkip ediyoruz. Trump gibi “otokrat” eğilimli bir liderden görmediğimizi demokratlardan görüyoruz. Umarsızca dünyâyı savaşı derinleştirmeye ve yaygınlaştırmaya dönük çığırtkanlıklardan ve inatlaşmalardan geri adım atmıyorlar. Hâsılı siyâsal bir akıl tutulmasının içindeyiz. Sonu pek de hayırlı görünmüyor…

Aslında mesele , yukarıda işâret ettiğimiz üçlü yapıyı biraraya getiren merkezîleşme eğiliminin çözülmesiyle alâkalıydı. Devlet-ulus ve sermâyenin aklını hemhizâ kılan buydu. Bürokrasi bunun devlette, ağır endüstriyel yapılar ekonomide ve yeniden bölüşümcü işbölümleri de ulustaki karşılıklarıydı. İlk olarak sermâye adem-i merkeziyetçi bir eğilim kazandı. Merkezî ekonomik yapılar dağıldı ve emek verimliliğinin yüksek olduğu ucuz pazarlara dağıldı. Uluslar iyot gazı gibi açığa çıktı . Bir boyutuyla bir üretim örgütlenmesi olmaktan çıkıp, ağır borçlanmalar üzerinden tüketime açıldı. Bir tüketim örüntüsü olarak ulus lümpenleşti. İkinci boyutuyla kültürelleşti. Hızla kabileleşti; cinsiyet, etnisite ve din temelinde yıpratıcı iç kavgalara sürüklendi. Üçüncü olarak kendisini kurumsallaştıran veri devletlerden ayrışma eğilimi kazandı. Tuhaf ve yer yer tiksindirici olan, derin sebeplerle dayalı düşünme geleneklerin kopmuş olan Batı merkezli entelijensiyaların bu süreçleri özgürleşme, çoğulculuğun tekemmülü, sivil toplumculuğun zaferi gibi görüp kışkırtması oldu. Derin sebeplere dayalı eleştirel düşüncelerden vazgeçişi sağlayan , 1980-2008 arasında yaşanan sahte bir Belle Epoque algısı, finansal köpürme üzerinden borçlu tüketicilerle refaha erildiği yanılsamasıydı . Finansal artıkların zaman zaman piyasalardan geri çekilmesi görece bir istikrar sağlıyordu. Sınıf çelişkilerini halletmiş, kolonyalist geçmişini halının altına da olsa süpürmüş, refaha ermiş liberâl bir AB’den daha iyi hangi model olabilirdi ki? Meselâ Türkiye neden bir AB üyesi olarak refaha ermiş Yunanistan gibi olmasındı? Asya’da, Afrika’da, Lâtin Amerika’da olup bitenler bu zevâtın zihninde karatma alanlarıydı. Oraları, yaşadıkları ağır yoksulluklar, sömürüler üzerinden değil, kültürel-turistik cümbüşleri, safarileri, karnavallarıyla görüyorlardı. Ulus ve devletleri tasfiye etmeye azmetmiş vakıflardan gelen paralarla her türlü ihtiyaçları görülüyordu.

İşler 2008’den sonra bozuldu. Krizler, karşılıksız paralar üzerinden borçlandırılan , kronik ödeme sıkıntıları yaşayan kenar uluslardan, merkeze doğru ters bir istikâmet kazandı. Karşılıksız basılan paralarla borçlanmalar , başlangıçta merkez dünyânın avantajıydı. Her türlü açığı verebiliyor , dünyânın artığını rahat rahat çekiyorlardı. Nasıl olsa rezerv para tekeli kendilerinde, matbaa da ellerindeydi. Qe (parasal arz arttırımı)- Qt (parasal yakma) arasında kontrolü sağladıkları nispette, verimliliğini kaybetmiş şirketleri ayakta tutmayı sağlayabileceklerine, enflasyon tehlikesini savuşturarak sonsuza kadar bu düzeni sürdürebileceklerine inanmışlardı. 2008 sonrasında ipin ucu kaçtı. Borçlar o kadar büyüdü ki, çevrimleri aksamaya, ard arda krizler patlamaya başladı. 2008 Mortgage ve 2019 Repo krizleri ve ABD ve AB’de kontrol edilemeyen enflasyon buna işâret ediyor. Hâsılı, sahte veya sun’i refah toplumlarını var eden süreçler şimdilerde onu yok ediyor. Târihin diyalektiği işliyor. Bu çarpık süreçten beslenenler şimdi onun altında kalıyor. Geriye , her zaman olduğu gibi tek bir yol kalıyor: Savaş..Krizler derinleştikçe savaşlar da yaygınlaşacak. Ukrayna’da başladı; korkarım ki gerisi gelecek.. Şu kadarını söyleyeyim: Hesâbını Batı’dan yana yapan yanar…




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —