Savaş, târihin mütemmim cüzü. Zamân içinde savaşın yapıları, kurum ve kuruluşları zuhûr etti. Dahası, ortaya karmaşık ve çok katmanlı bir savaş kültürü çıktı. Savaşı toptan yok edemeyeceğini kavrayan pratik düşünceli çevreler, onu hiç değilse kâideli yapalım, kabilinden, ârızalı işlese de bir savaş hukûku inşâ ettiler. Çeşitli san’atlarla işlenen kahramanlıklar ise savaşların güzellemesi oldu.
Nefs-i müdafaa üzerinden yapılan ve haklı olarak nitelenen savaşlar ile tamâmen saldırgan amaçlarla yapılan haksız savaşlar arasında bir ayırım yapılmaya çalışıldıysa da pratikte bunun bir karşılığı olmadı. En haksız savaşlar bile kendisini haklı gösterecek sebepler bulmakta fazlaca zorlanmadı. Bu ayırımın en kolay yapılacağı müstemleke karşıtı savaşlarda bile öyle oldu. Saldırgan müstemlekeciler, istiklâl mücâdelelerini, vahşetin ve barbarlığın beslediği medeniyet karşıtı hareketler olarak târif etmek ve haksız göstermek için yapmadığını bırakmadı.
Japon düşünür Karatani’nin talancı devirler olarak târif ettiği modernlik evvelindeki savaşlar ayrı bir bahis. Ama modern dünyâdaki savaşlar, savaş târihinin rengini değiştirdi. Eskiden devletler ordu toplar ve savaşırlardı. Modern dünyâda ise yeni bir formasyon olan uluslar, hazır kıtalar olarak bu işe dâhil oldular. (Unutmayalım, şaşmaz yurttaş yükümlülüklerinden birisi vergi vermek ise diğeri askerlik yapmaktır.) Ulus bir tarafıyla ekonomik arz ve talebi karşılayan bir üretim ve tüketim gücü olarak; diğer taraftan da ordulaşan ve savaşan bir cihaz olarak temâyüz etti. Modern savaş ile kapitalizm arasındaki ilişki tam da burada somutlaşmaktadır. Toprağı bol olsun, Rosa Luxemburg bu bağı en iyi gören ve nazarîleştiren kişilerden birisidir. İçinde mebzûl miktarda akılcılık iddialarına rastlansa da, kapitalizmin özünde, insanın yabancılaşma târihine zirve yaptıran akıldışı bir yapılanma olduğunu yazdı. Kapitalizmin muhteris rekabetçi ve yayılmacı süreçlerinin militarizm olmadan işlemeyeceğini ondan öğrendik. Sınâî dünyânın en kârlı sektörü, içerdiği ve uyardığı çok sayıda başka sektör ile berâber hiç şüphesiz savaş sektörüdür. Luxemburg, bunun yanısıra, özünde akıl dışı bir yapılanma olan kapitalizmin kaçınılmaz, döngüsel krizlere yol açtığına; bu krizleri aşmak için dünyâ ölçeğinde savaşları örgütlediğine işâret etti. Bu değerlendirmelerden çıkarılabilecek esaslı bir hüküm, modern dünyânın, bâzı filozofların, edebiyatçı ve bilimcilerin, târihsel bağlamlarından kopuk fikirlerin şehvetine kapılarak iddia ettiği gibi medenî gâye ve vasıtalara sâhip olmadığı, bunların aldatıcı olduğu, baskın yanının barbarlık olduğudur. Luxemburg’un en meşhûr kitabının başlığının Ya Sosyalizm ya Barbarlık olması mânidârdır. (Hoş, en azından pratik sosyalist uygulamalar militarizmi beslemekten, barbarlığı azdırmaktan başka işe yaramadı.)
En büyük ümit kaynağı, işçi sınıflarının şalterleri indirmesiydi. Olmadı. İşçi sınıfları Luxemburg ve Jaurés gibileri dinlemedi. Tulumlarını çıkarıp üniformalarını kuşandılar. Sonra da cephelere birbirlerini boğazlamaya koştular.
Bir başka ümit ise müstemle-kecilik karşıtı mücâdelelerde, tıpkı Gandhi’nin tecrübe etmiş ve başarmış olduğu üzere, savaş karşıtı bir metodun izlenmesiydi. Bu da müşteri bulmadı. Kolay kolay söylenmez ama, bu hareketler, sömürgeci kapitalist ekonomiler tarafından üretilen silâhları kullanarak istiklâllerini elde ettiler. Sonrasında ise güvenlik gibi anlaşılabilir bir sâik üzerinden de olsa militarist ekonomilerin müşterisi olmaktan kurtulamadılar. Hâsılı, sistem, sistem karşıtı hareketleri massetmekte, kendi kara deliklerine çekmekte çok mâhir çıktı.
Militarist döngüler içinde elbette karşıt hareketler de çıkacaktır. Soğuk Savaş esnâsında ortaya çıkan savaş karşıtı hareketler, güven vermeyen ideolojik güdümlü hareketlerdi. Ama en azından vardılar. Bugün esâmeleri okunmuyor. Benim en fazla alâkamı çeken hususlardan birisi vicdânî redçilik olarak isimlendirilen ve bende plastik bir tad bırakan akımlardır. Üzerinde düşünmeyi gerektiriyor. Dikkât çekici olan, bu hareketlerin meseleyi, toplumsal olmaktan çıkarıp bireysel moral tercih meselesi hâline getirmesidir. Talepleri, “isteyen savaşsın, ama ben savaşmayacağım” ile mahdut. Sistemin karadeliğine düşmüş ve oralarda çırpınan bir orta sınıf refleksi bu. Ne kadar moral bir değer taşıdığı ise son derecede şâibeli. Aslında mesele daha derinlerde başka. II. Genel Savaş, o kadar büyük bir yıkım doğurdu ki, 1945 doğumlulardan başlayarak artık militarist çağrı ve mesajlar karşılığını bulamıyor ve işlevini kaybediyordu. Bilhassa merkez kapitalist devletler kendi aralarında savaşmaktan vazgeçtiler. Yurttaşlarına tercih hakkı verdiler. İsteyen askerlik görevini deruhte edecek, istemeyen de başka kamu hizmetlerinde yer alarak veyâ bundan münezzeh tutularak, işine gücüne bakacaktı. Orta sınıf çıkarcılığına hizmet eden uygulamalardı bunlar. Gelin görün, büyük medenî inkişaf olarak pazarlandı. Militarist pazar, merkezden çevreye aktarıldı. (Lâf aramızda ben, acaba dekolonizasyon süreci bunun alt stratejilerinden birisi midir, gibi düşünmekten kendimi alıkoyamam.)
Luxemburg’un bahsettiği döngü işliyor. Kapitalizm en büyük krizlerinden birisi ile yüz yüze. Çıkış yolu savaş. İyi ama kimi savaştıracaksınız? Elbette bu, Anglosakson veya batı, orta ve kuzey Avrupalı toplumların insanları olmayacak. Doğu Avrupa, Avrasya, Ortadoğu ve Uzakdoğu ne güne duruyor? Ukrayna’da şu kadar insan ölmüş, ne gam? Almanya kamuoyundaki pısırık savaş karşıtlığını tek bir uyarıcı idâre ediyor: Kışın üşüme riski ve artan pahalılık... Barbarlık tuhaf bir şey...Karşımıza çok defâ vahşeti çağrıştıran bir kozmetikle değil, bizzat medenîliğin kozmetiği ile geliyor...