“İmkânsız Devlet” isimli eseri konu edinen yazılarımızda, müellif Wael B. Hallaq’ın modern paradigma üzerine kurulu bir İslami devletin, neden mümkün olamayacağına dair görüşlerine değinmiştik.
Sebebini, modern devletin merkezi alanı ile şeriatın oluşturduğu paradigmanın merkezi alanının farklı olmasına bağlıyordu Hallaq. İlkinde ilerleme, teknik ve bilim oluştururken ikincisinde merkezi alanı “ahlâk” oluşturmakta idi.
Hallaq’ın yaklaşımına eleştirilerin yöneltildiğini ve eleştirenlerden birisinin de Muhammet Muhtar eş-Şankıti olduğunu belirtmiştik.
Şankıti “İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz” isimli hacimli kitabında oldukça geniş malumatlar veriyor.
Düşünürün eserini yazmaktaki amacı Hulefa-yı Raşidîn döneminden sonra hilafetin bitip yerini Krallığın almış olmasıdır. Yazar bunu “anayasal kriz” olarak niteler. Oysa peygamber, huzuruna çıkan birisine “rahat ol, ben kral değilim, ben ancak kuru et yiyen bir kadının oğluyum” diyerek onu rahatlatmıştır.
Peygamber Akabe Biatlerinden sonra Medine’ye hicret ederek orada Medine Sözleşmesi/anayasası ile devlet kurmuştu. Bu devletin hukuki ve ahlaki temelini “mülk” değil “emanet” oluşturuyordu. Yani başkanlık babadan oğula geçen şahsi mülk değildi.
Rıza ve seçime dayanan dört halife devrinden sonra sözleşmeye değil zorbalığa dayanan krallığın ikamesini yazar Arapların İslam’dan önceki siyasi başıboşluğa alışmış olmalarına bağlar. Bu başıboşluk haline fevzâ yani anarşi hâli ismini verir.
İzah şöyledir: Peygamberin kurduğu devlet kabilevi Arap alışkanlığına karşı kökten değişimin sonucu idi. Medine’ye hicret etmiş yabancı bir kabileden olmasına rağmen siyasi birliği tesis etmişti.
Vefatından sonra ise Arapların fevzâ hâli tehlike olarak kapıda bekliyordu. Her an eski alışkanlıklar hortlayabilir İslam’ın ahlâki ve hukuki vasıflı siyasi temelleri sarsılabilirdi.
Halife olarak Hz. Ebubekir ve arkasından Ömer seçildi. Bu hâl kabile değerlerinin tekrar yıkımı anlamına geliyordu. Zira Hz. Ebubekir Temimoğullarına Hz. Ömer ise Adiyoğullarına mensuptu. İkisi de Kureyş’in en zayıf kollarındandı. Dolayısıyla eski kıstaslara göre Halife olmaları imkânsızdı.
Lakin bu iki Halifeden sonra Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde siyasi fitneler baş göstererek İslam siyasi değerleri çözülmeye başladı. Arkasından yaşanan Cemel ve Sıffin vakaları ile eski kabileci değerler hortladı. Nihayetinde şûraya dayanan Hilafet ısırıcı mülke dönüşmüş oldu.
Şankıti bu ahvalde fakihlerin bir ikilemde kaldıklarını iddia eder: İslam’ın siyasi değerleri mi yoksa ümmetin birliği mi öncelenecek, hangisi daha çok korunacaktır. Aslında her ikisi de İslam’ın getirmiş olduğu değer olan” ümmetin birliği” ile “siyasi idarenin meşruiyeti” arasından birisinin tercih edilmesi zorunluluğu ortaya çıktı.
Sıffin Savaşı’nın açtığı yaralar toplumsal hafızada çok büyük travmalara sebebiyet vermişti. Ümmetin birliği için siyasi bir yönetimin olması kaçınılmazdı. Şayet yönetimin meşruiyeti üzerinde ısrar edilecek olursa çıkacak olan kargaşanın sebebiyet vereceği karışıklık/fevzâ çok daha onulmaz yaralara sebebiyet verecekti.
Kısacası kurulan Emevi ve Abbasi yönetimleri ile Müslümanlar baskı ve zulmü çıkabilecek fitneye tercih etmişlerdi. Bu tercih Müslümanlar arasında anayasal bir krize sebebiyet vererek anayasal kurumların tarih içerisinde yeşermesine fırsat vermedi.
Hatta Şankıti İran’ın fethinden sonra mütegallibe kralların istibdat yönüyle Fars kültürünü kendilerine model aldıklarına değinir. Hatta bu bağlamda yazar kadim Yunan demokrasisinin İslam kültürüne girememesinden yakınır.(Sf:305) Farabi ve İbn Sina gibi filozoflar dahi Yunan siyasi mirasını incelediklerinde Fars kültürünün zaviyesinden bakarak okumuşlardır. Kendi ifadesiyle “Farsın doğulu dinler karakterini ve despotik siyasi ruhunu” ona yüklemişlerdir.
Yazar açıkça Yunan-Roma tecrübesinin İslam siyasi değerlerine benzer değerler ihtiva ettiği kanısındadır. Sebebi toplumun yöneticiyi seçme denetlene ve azletme yetkisini veren demokratik ilkelerdir.(sf: 306)
Oysa tarihi gerçekler olarak bilinmektedir ki Roma devleti gerek Krallık, gerek Cumhuriyet ve gerekse İmparatorluk dönemleri itibariyle hiçbir örnek model olma niteliği taşımamaktadır. Askeri ihtilaller, siyasi suikastlar, sınıf çatışması ve köle isyanları ile kana bulanmış bir siyasi geçmiştir.
Ayrıca arenalarda dövüştürülüp akıtılan Gladyatör kanı ile halkın oyalandığı siyasi ilkeler ile İslam’ın siyasi ilkeleri arasında paralellik kurmak da zannımca çok acelece verilmiş bir karardır.
Şankıti Sasani İmparatoru Ardeşir’in siyasi vasiyetnamesinden haklı olarak müştekidir. Lakin Yunan-Roma çizgisi incelendiği zaman İslami ve insani değerler bakımından Farslarla aralarında hiçbir fark yoktur.
Farkları Batılı ve Doğulu toplumların “devlet” tecrübelerinin farklı olması nedeniyledir sadece, o kadar.