Büyük devletler, sanatkârına verdiği değer ölçüsünde büyür ve büyüklüklerini kanıtlamış olurlar her zaman… Bir toplum, sorumluluğa duyarlı insanların topluluğu olduğu sürece yükselmiş ve yücelmiş, sorumluluktan kaçanlar olduğu müddetçe ve fazlalaştıkça da düşmüş ve geri kalmıştır.
Büyük İskender, bir kasabaya girdiğinde şehrin yıkılmasını ister, ancak şairin heykeline dokunulmamasını emreder. Bu da büyük devletlerin ve devlet adamlarının, sanatkârına ne denli değer verdiğini gösteren ve onu nasıl koruduğuna dair somut bir örnektir.
İslam dünyasının, içine girip birkaç yüzyıldır bir türlü çıkamadığı bunalımın kökünde, sanatkârına ve aydınına gereken değeri vermekten uzak kalmasından kaynaklanan bir realiteyle karşı karşıyayız.
İnsan, sorumluluk üstlendiği ve sorumlulukları omuzlamaktan kaçınmadığı ve bu sorumlulukları karşılayabildiği ölçüde değerlidir. Bu sorumluluğun ön sıralarında yer alanların ise, birinci derecede sanatkârlar olduğu gerçeğini dillendirmeğe bile gerek yoktur.
Sanat ve politikanın, başka bir ifadeyle sanat ve iktidarın ilişkisi, her zaman tartışılmış, fakat ülkemizde bu konuda yeterli sayıda nitelikli araştırmalar yapılmadığından işin inceliklerine pek vakıf değiliz ne yazık ki…
Divan şairlerinin saray ve yöneticilerle ilişkisi de genellikle nesnel olmayan, ideolojik ağırlıklı bağlamda tartışılmış, ancak sağlıklı ve bilimsel araştırmaya dayalı özgün bir çalışma ortaya pek konulmamıştır.
Şair Nef”nin, Sultan Ahmed Camii’nin inşası nedeniyle Padişah I. Ahmed’e sunduğu kasidede:
“İltifat et sühan erbabına kim anlardır
Medh-i şâhân-ı cihân-bâna veren unvanı
Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sâbıkda
Dehre devletle gelip yine giden sultânı
Haşre dek âb-ı hayât-ı sühan-ı Bakî’dir
Andırıp zinde kılan nâm-ı Süleyman Hân’ı
(Ey hükümdar! Söz erbabına, (şairlere) iltifat et. Çünkü sultanlara şan ve şöhreti sağlayan, onlardır. Sultanlar hakkında yazdıkları şiirlerde, o sultanların adı anıla gelmiştir her zaman.
Eğer şairler olmasaydı, sultanların tarihteki yerlerini ve daha önceki yıllarda devletle gelip giden hükümdarları, kim nereden bilecek ve tanıyacaktı…
Kıyamete dek Baki’nin dudağından ölümsüzlük kisvesine bürünerek çıkan ab-i hayata (bengisuya) benzeyen şiirleridir ki, Süleyman Han (Kanuni) adını kıyamete kadar yaşatacaktır.)
Şair Nef’i’nin bu şiiri, tüm zamanları aşarak tarihi ve sosyolojik önemini koruduğu gibi günümüzde de hala geçerliliğini sürdürmekte ve sanatkârın durumunu veciz bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bir atasözü halinde tekrarlanan “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz mal zayidir” sözündeki gerçeğin dile getirmesiyle ilgili olarak fazla yorum yapmaya gerek yoktur sanırım.
Tarihin, gizli ya da açık, gerçek veya efsane, bütün toplumların, coğrafyaya ve zamana yayılmış esrarengiz sayfaları arasında, sanatkârın, marifetini takdir karşılığında, bırakın ilgi ve iltifatı, sadece azap ve işkence görmüş nice marifet erbabına rastlamak, çok da zor değildir. Diğer yandan işin sevindirici yanı, marifet karşılığında devrinin insanından iltifattan çok ret, inkâr ve işkence görenler, gelecek zamanların en çok yaşayanları olmuştur her zaman.
Sanatkârını küçümseyen, eziyet eden ve ona tecavüz edip dil uzatanlar, ya da onları cezalandıranlar, ancak nefes aldıkları sürece yaşayabilmiş ve ömürleri de, o sayılı nefeslerle sınırlı kalmıştır.
Edebiyatta “mazmun” (imge) diye bir kavram vardır. Hemen hemen her şair, bu imgeyle ilhamını, düşündüklerini veya duygularını şiir kalıplarına dökmüştür. Örneğin Şeyhü’l-İslam Yahya’nın aşağıya aldığımız beytinde olduğu gibi: “Mescidde riyâ-pîşeler etsün ko riyâyı
Meyhâneye gel kim ne riyâ var ne mürâî”
“Mescidde riyâ-pîşeler etsün ko riyâyı
Meyhâneye gel kim ne riyâ var ne mürâî”
(Kendisine gösterişi sanat edinmiş olanları koy bir kenara, varsın mescitte gösteriş yapsınlar! Sen meyhaneye gel! Ki, burada ne gösteriş var, ne de gösterişçi!)
Bir Şeyhü’l-İslam’ın hayatı boyunca meyhaneye ayak basması-velev ki ders ve ibret almak amacıyla da olsun- kapısından geçmesi dahi hiç mümkün müdür acaba? Fakat meyhaneyi şiirde bir mazmun (imge) olarak kullanmaktadır bu dini otorite… Dili koparılmak istenen sanatkârın kullandığı kavram, deyim ve kelimeler, birer sembol, imaj ve imgeden ibarettir. İşin düşündürücü yanı, bu mesajın, camii içinde verilmesi ve yanı başında da günümüzdeki Şeyh’ül-İslamlık makamında oturan zatın ayakta durmasıdır.
Bu tür sanatkârlar, yazdıkları veya söyledikleriyle, kuru bir hevesin kurbanı, ünlü olmanın basit ilkelliği ve halk arasında şöhrete kavuşmanın veya dilden dile dolaşmanın tutsağı olmak için mi? Asla… Yazdıklarında veya söylediklerinde, işledikleri konuların derinliği, ufku ve mesajları nedir? Neyi anlatmanın peşindedirler? İnsanlığa hangi kapıları açmaktadırlar? Ne kadar kendileridirler veya ne kadar başkalarıdırlar? Topluma ve insana hangi bilinmezi bilinir kılmaktadırlar? Bu bilinirlikle kişiye hangi erdemin kapılarını açmaktadırlar? Yazdıkları ya da söyledikleri okunduğunda, insanlar, hangi yitik hazinelerinin farkına varmakta, hangi yüce değerler peşinde kanat çırpmakta, hangi sırlarla hemhâl olup, öğrenmenin, bilmenin veya sırra vâkıf olmanın hazzını yaşamaktadırlar?
Yazmakta ve söylemekte bu kadar ısrar edenler, tarihin sırlı köşelerinde kalmış kendileri gibi iltifat beklemeyen ruhlarla irtibatları nedir? Onlardan haberdar mıdırlar? Kendileriyle aynı ıstırabın karşı konulmaz sancısını çekmekte midirler? Kendi dünyalarından bîhaber olanlara, bir nebze olsun taze ve iç açıcı kokular mı getirmekte yahut onların karanlıkta bıraktıklarının peşinde midirler? Bütün bu sorulara kimler cevap verecek? Zira yazanların veya sanatı dillendirenlerin netliği, bazı insanların seviyesine göre anlaşılacak bir tarza tenezzül etmeyişleri, etseler de onlar, toplumda normal bir insan gibi davranmaları veya onlardan marifet beklemeleri olmuş mudur?
Marifet beklemeyen – beklese de ne kadar karşılığını bulacaktır – bir ruhun nice azaplı kıvrımlar, sancılı ve buhranlı anlar, doğuma eş tarzda eziyet çekmeler sonucunda ortaya koyduğu ya da binlerce bahçeden derlediği, türlü türlü kokulara karşı duyularını harekete geçirerek hayat verdiği eseri, güçlü ırmakların suyuyla sulanmış bir okyanus gibi meraklı bakışlarla anlamayı ve anlaşılmayı beklemektir yegâne arzusu…
Biz bekler iken bir nice takrîz üdebâdan
Gelmiş bize bir darbe-i ta’rîz Palalardan
Kaynak: farklibakis.net