Bir hafta kadar önce, eşim ve çocuklardan ikisi ile evden Cadde’ye doğru yürüyüşe çıkmıştık. Dönüş yolunda, iki kişi arasında bir diyaloga ister istemez şahit oldum. Yolun bir tarafında eşiyle Cadde’ye doğru yürümekte olan bir adama, yolun karşı tarafındaki küçük bir dükkânın önünde duran birkaç kişiden biri ismiyle hitap ederek seslendi. “Ooo, ne haber, hayırdır, nasılsın, nerelerdesin, ne yapıyorsun, epeydir görmedik birbirimizi” diye sıraya dizilen kısa cümlelerin ardından, eşiyle yürümekte olan kişiye seslenen kişi, tanıdığı olan kişinin o anki görünümü onu en son gördüğü güne göre epey farklı olmalı ki, sözü şuraya getirdi: “Şekil şemail de değişmiş yahu. Saçı uzatmışsın, sakal filan, abiciğim yakışmıyor bize, kes bence onları.”
Kendimi sâkin biri olarak düşünmeme karşılık, bu son cümle, ne yalan söyleyelim, sinirlerimi gerdi. Bir densizliği de ben yapmış olurum endişesi olmasa, dönüp “Sana ne?” demekten kendimi zor alıkoydum. Ama yolun sonraki adımlarında, bu kısa diyalogu ve hızlıca gelip dayandığı yeri içimde konuşup durdum.
Benim açımdan, bu toplumda her gün milyonlarca kez, hayır bu iyimser bir tahmin, arttırıyorum, on milyonlarca kez, hatta belki yüz milyon kere benzeri tekrarlanan bir zevzeklik ve had bilmezliğin örneğiydi o son cümle. Çocuklarımın bana da “Sana ne?” demesini göze alarak, eşime dedim: “Şu kısa diyalogda Türkiye toplumunun bir özeti var.”
Sonra, kendimi tutamayıp sinirime dokunan o cümle hakkında analizimi ilerlettim: Sen matruşsan, herkes öyle olmak zorunda mı? Dünyanın merkezi sen değilsin; sana göre en yakışanı o olabilir, ama bunu başkasına nasıl dayatabilirsin, dahası o bu konuda sana fikrini sormamışken sen görünümü hakkında nasıl değer yargısı içeren böyle bir cümle kurabilirsin? Bu yaptığın o kişiye karşı had bilmezlik ve ayıp olduğu kadar, yanındaki eşine karşı da ayrıca saygısızlık değil mi? Vs. vs.
İstanbul’un en ‘seküler görünümlü’ muhitlerinden birinde, Bağdat Caddesi’ne birkaç yüz metre mesafede ‘seküler görünümlü’ iki kişi arasında yaşanmış bu diyalog, daha doğrusu bu iki kişiden birinin maruz kaldığı ‘monolog’ üzerine epeyce düşündüm o andan sonrasında… Türkiye toplumuyla ilgili olarak zaman içinde edindiğim bazı izlenim ve kanaatlerin teyidini gördüm o konuşmada. Bu toplum için asıl ayrışmanın dindar-seküler ekseninde olmadığını ve olmaması gerektiğini; dindar-seküler denkleminde karşıt konumlarda gözüken pek çok kişinin, denklemi özgürlükçü-otoriter, demokrat-otokrat şeklinde kurduğumuzda ise aynı saflara düştüklerini Abdülhamid-Mustafa Kemal simgeleri üzerinden ilk kez yazdığımda, tarih çeyrek asır öncesiydi.
28 Şubat’ın gölgesinin üzerimize düştüğü o günlerde, görünüşte mesele, dindarlar ile sekülerler arasında gözüküyor; ‘gücün ellerinde, rüzgârın lehlerinde’ olduğunu düşünen sekülerler, özellikle de Kemalist olanları kendilerinde ‘dindarlar’ üzerinde ‘söz söyleme hakkı’ vehmettikleri için tesettürlü eşim yolda, otobüste, caddede, sahilde veya parkta ‘yargılayıcı bakış’lardan öte özellikle çocuğumuz üzerinden ‘yargı cümleleri’ne maruz kalıyordu. Buna karşılık, “Sizin çocuğunuz değil; çocuğum hakkında size birşey sormuş da değilim, siz ne hakla konuşuyorsunuz, haddinizi bilin lütfen” cümlesini defalarca dile getirmeye mecbur kalmak, sinir bozucu birşeydi elbet.
Ama eşimle şunu da konuşuyorduk: Bu, sadece bu seküler kimlikli kişilere mahsus bir durum değil. Bu ülkede, kendisini yaş, güç veya mevki bakımından azıcık yukarıca görenler veya kimliği-aidiyeti üzerinden kendisini otomatik biçimde üstün sizi ise mâdûn görenler, dindarmış veya sekülermiş ayırt etmeksizin, mütehakkimdir. Seküler de başkasının çocuğuna müdahale etme hakkını kendinde görür, dindarı da. Bu durumda olmayanlar, her iki kesimde de istisna niteliğindedir. Otoriter zihniyet, bu ülkenin dindar-seküler ayrımını aşan asıl büyük ve ortak sorunudur.
İşte bir akşam üzeri gezmesinde karşımıza çıkan tablo, bu gerçeği bir kere daha söylüyordu. Dindarın sekülere yahut sekülerin dindara ‘had bildirmesi’ni geçtik, seküler görünümlü iki kişi arasındaki şu konuşmada, zihninde biriken düşünce ve cümleler için “Bana ne?” diye sordurtan bir filtresi bulunmayan biri, “Sana ne?” cevabını hak eden cümleleri pervasızca muhatabına boca edebiliyordu. Kimi uzun zamandır görmediği bir tanıdığa saçını kısaltıp sakalını kesmesi gerektiğini söylüyor, öteki yan yana namaz kıldığı gence cami çıkışı “saçını kestir” demeye hakkı olduğunu pekâlâ düşünebiliyordu.
Camide, okulda, devlet dairesinde, sokakta, parkta, otobüste, evde; had bilmezlerin had bildirmesinden geçilmeyen bir ülkeydi burası. Mesele, kimlik siyasetine odaklı bir zeminde konu ekseriya sekülerin dindara yahut dindarın sekülere müdahalesi ekseninde konuşulduğu halde; işte şahit olduğum o olayda olduğu gibi, pekâlâ bir seküler bir başka sekülere de ‘nasıl olması gerektiği’ni söyleyebiliyordu. Tıpkı epeyce dindarın sadece sekülerlere değil, başka dindarlara da yaptığı gibi…
Herkesin birer ferd olduğu, herkesin iradesinin ve dolayısıyla tercih hakkının olduğu, başkalarının hukukuna ilişir şekilde sorumluluğu mucib bir yöne evrilmediği sürece dışarıdan buna müdahale hakkımız olmadığı, müdahale gerektiren durumlarda ise sınırın hukukla çizilmiş olduğu, bundan öte herhangi bir konuda sorulmadıkça yargı belirtmenin karşımızdaki kişiye saygısızlık anlamını taşıdığı, maalesef bu topraklarda genel kabul görmüş hususlar arasında değildi.
Bilakis, bir had bilmeme hali kol geziyor ortalıkta. Özellikle de, yaş, sosyal konum, eğitim, servet, mevki, makam, her ne açıdan olursa olsun, daha ‘büyük’ olanın veya daha yüksek statüde görünenin daha küçük olana ve daha düşük statüde görünene her bakımdan müdahale etme ve herşeyi söyleme hakkını kendinde gördüğü bir ülke burası: Ben anayım, babayım ben, buranın müdürü benim, ben daha bilgiliyim, daha yüksek bir sınıftan geliyorum, daha dindarım, beni seçti bu millet… Hangi gerekçeye dayanırsa dayansın, bu tahakküm söylemi kendi egosunu herkesin iradesinin üstüne oturturken, kimsenin ‘ferdiyet’ ve ‘şahsiyet’ini tanımama hakkını da kendisinde görüyor.
“Ben bu işletmenin sahibiyim, o ise çalışanı. Ona işletmeyle ilgili hususlarda direktif verebilirim, ondan ötesine karışmaya benim hakkım yok.” “Okulun müdürüyüm diye, öğretmenin ne yediğine ne içtiğine de karışamam.” “Öğretmeni olmam, bana öğrencinin kaleminin rengi hakkında yargı üretip herkesin önünde onu küçük düşürme hakkını vermiyor.” “Danışmanıyım diye öğrencim tezinde benim kitabıma atıfta bulunmak ve benim düşünceme katılmak zorunda değil.” “Anayım diye çocuğuma aklıma her geleni söyleyemem.” “Babası da olsam, çocuğumun benim kopyam gibi yaşamasını isteyemem.” “İnsanlar beni yönetici olarak seçmişlerse, bu seçimdeki yetki ve sorumluluk çerçevesi anayasa ve kanunlarla belirlenmiş durumda. Orada bana tanınan yetkileri kullanır, orada belirlenen sorumluluğu üstlenirim; ondan ötesi beni ilgilendirmez.”
Her biri, bu toplum için ne kadar yabancı cümleler değil mi?
“Saçını kes/Saçını çok kesmişsin. Örtünü çıkar/Saçın gözüküyor. Sakalını kısalt/ Ne biçim sakal bu, en az şu boyda olması lâzım. Öyle dolaşma/Öyle dolaş.”
Birbirine zıt gibi görünen, ama eşit derecede otoriter ve otokrat bir damar var bu ülkede. Güçlü görünenin zayıf görünen üzerinde, kendisini üstün hissedenin düşük gördüğü üstünde, ‘minnet beklenen’in ‘kendisinden minnet bekleyen’ üstünde, ‘sahiplenen’in sözümona ‘sahip çıktığı’ üstünde her türlü hak ve yetkiyi kendinde gördüğü bir ülkedeyiz.
Geçen haftanın başında şahit olduğum o diyalog da bunun bir örneğiydi, sonraki günlerde bu ülkedeki en üst düzey yöneticinin üstüne farz olan işlerin sorumluluğunu üstlenmek yerine sürekli üstüne farz olmayan işler üzerine konuşmayı tercih etmesi de…
Dindar veya seküler ayırmadan söylüyorum, bu toplumda ‘kollektif’liği ‘ferdiyet’in yitimi olarak gören anlayışın aşılması şart. Bunun için de dindar-seküler gerilimi üzerinden ilerleyen kimlik siyasetinin yerine özgürlükçü-baskıcı, demokrat-otokrat denkleminin belirgin hale gelmesi gerekiyor…