Bu satırları salgın sebebi ile vaka sayılarının elli binleri aştığı vefat sayılarının iki yüz ellileri geçtiği günlerde yazıyorum.
Bir şu kadar zamandan beri tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de korona ile savaş devam ediyor.
Bu süreçte sağlık çalışanlarımızdan yüzlerce şehit verdik.
Mehmetçik nasıl ki gece-gündüz demeden sınırlarımızı bekliyor, terörle savaşıyor, her geçen gün memleketin dört bir yanına şehit cenazeleri geliyorsa; sağlık çalışanlarımız da görünmeyen düşman “virüs”e karşı aynı kararlılık ile mücadele vermektedir.
Hükümetimiz, Sağlık Bakanımız, tüm bakanlık personeli, hastahanelerimiz, bütünüyle sağlıkçılarımız (filyasyon ekipleri dahil) yükü gittikçe ağırlaşan bu savaşın ön safındadırlar.
Mübarek Ramazan hürmetine alınan tedbirlere uymak bir yana, duaya açılan ellerimiz ve kalplerimizle adeta destan yazan bu kadrolara dua etmek her müminin boynuna borçtur.
Her aile, ana-baba-çocuklar nasıl ki askere giden delikanlının ardından dua ediyor, sağ-selâmet dönmesini diliyor, şunu bilelim ki her sağlık çalışanımız da cepheye giden bir savaşçıdır. Onun mesaisi günler-aylar-yıllar süren uzun bir mücadeledir. Evinden, evladından uzakta, onlarla görüşmesi bile yasaklanmış bir konumdadırlar. Bu sıkıntıya, bu mesaiye çelikten zihin ve sinir olsa zor dayanır.
Virüsün yaygınlığı ve mutasyonu ile aşıya olan ihtiyaç fazlalaşmış, aşı neredeyse tek çare olmuştur.
Buna mukabil “Vahşi kapitalizm”in kan damlayan dişlerini bir kez daha gördük.
Aşı savaşları tüm acımasızlığı ile sürdü. Aşıyı üreten ülkeler birbirine düştü.
Almanya gibi gelişmiş ülkeler dahi aşılama yolunda yaya kaldılar. Firmalar, şirketler pazarlığı kıyasıya sürdürüyor. Altta kalanın canı çıkmış kimin umurunda. Halen yüzden fazla ülkeye aşı gitmedi.
Bu manzara karşısında “insan hakları”ndan, adaletten bahsetmenin mânası yoktur.
“Tek dişi kalmış canavar”ın gerçek yüzü böyle zamanlarda belli oluyor. Bazı ülkeler ürettikleri aşının milyonlarca dozunu geleceği düşünerek satmayıp gizlece depoluyor.
Ancak dünyadaki bu sömürü düzeninin sür-git böyle devam edeceği şüphelidir. Varlıklı ülkelerin, şirketlerin, servetlerine pandemi sayesinde servet katanların eceli yoksulların gözyaşında boğulmak veya kanlarında can vermek olacaktır.
Mübarek Ramazan ayında herkes bir “vicdan muhasebesi” yapmalıdır. Vicdan hakkında birkaç söz söylemenin sırasıdır.
Yazıda, konuşmada, tartışmada dine inanmayan veya en azından dindar olmayanlar dinin emir ve yasaklarını ilgilendiren bir konu irdelendiğinde çıkış noktası bulamayınca “Bunu kişinin vicdanına bırakmak” lazım geldiğini söyler. (Bir de belki “kamuoyu” mânasına da alınabilecek, ama ondan daha mistik, daha kutsal “toplum vicdanı” var ki; isteyen işine geldiği gibi kullanıyor. Nerden biliyorsun kardeşim toplum vicdanının ne diyeceğini?)
“Vicdan”ın bir mânası da zaten “din ve inanç”tır unutmayalım.
Lügatte şöyle geçiyor: “Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıya; iyilikten huzur, kötülükten azap duymasına iten duygu”.
Tarifi daha açık ve anlaşılır kılmak için kelimenin sıfat olarak kullanımına bakalım.
Mesela “vicdansız adam” denildiğinde şu anlaşılır: “Başkalarının hakkını gözetmeyen, âdil ve merhametli olmayan, insafsız, acımasız, kötü”.
Bu tarifin temelinde din ve ahlak vardır. Bazıları “ahlak” dememek için (Çünkü onun da temeli dine dayanıyor) “etik” derler. Felsefe profesörü Teoman Duralı’ya sordum: “Hocam ahlak ve etik” arasında bir fark var mı?” diye. Yoktur dedi. İlave etti: Ahlakın da temeli ilahidir.
Ancak en güzel tarifi rahmetli hocamız Nurettin Topçu yapmıştır: “Vicdan Cenab-ı Hakk’ın kalbimizdeki sesidir”.