Macaristan topraklarından kalkıp İstanbul üzerinden gemiyle Trabzon ve Erzurum üzerinden İran topraklarına geçen Sahte Derviş, önce İranlıların eski uygarlık dönemlerinden kalan eserleri görmek üzere İsfahan ve Şiraz’a gider. 1863 yılı Haziran ayı içinde oradan Tahran’a dönünce, Doğruca devlet-i Aliye yani Osmanlı Devleti’nin elçiliğini arar, bulduktan sonra da oraya yerleşir ve çok rahat günler geçirir.
Sahte Derviş az bir zaman dilimim içinde Padişah’ın elçisi Haydar Efendi’nin cömertliğine tanıklık eder ve onun misafiri olur. Artık Vambéry değil, Reşit Efendi’dir. Çünkü bu adla tanınmıştır kendisini… Sahte Derviş, yoksullara adeta bir kardeş gibi davranır, Hacdan dönen hacıların kaldıkları kervansaraylarda ismi ve şöhreti kısa sürede yayılır. Böylece daha önce Türkistan’dan hacca gidip dönen Hacılarla günlerini geçirir ve tüm Hacıların elçiden önce kendisini ziyaret etmeye başladığını yazar seyahatnamesinde…
Bu arada, kendisi bu tarihi ve eşine az rastlanır Orta Asya’ya seyahat amacını şöyle açıklar: “Türkistan, İslami erdemlerin kaynağı ve İslam dininin, bozulmanın kir ve pisliklerinden korunduğu yerdir. Buhar ve Semerkant’ta gömülü bulunan evliyâullahın mezarlarını ziyaret etmek de, ayrıca içimdeki isteğin artmasına neden oldu.”
Derviş’e soruyorlar? Bu uzun mesafeyi kendi başınıza aşmayı gözünüz kesiyor mu? “Ben, dervişane bir tavırla bu uyarılara hiç önem vermemiş gibi görünerek ariflerin sözü özre, bu fani dünyanın dört beş gün ikamet olunan bir misafirhane olduğunu biliyorum şu andaki durumu düşünmeyip gelecek endişesi çeken ve uzun uzadıya gelecek hesapları yapan bilinçsiz Müslümanların haline gülerim. Ey azizlerim! Beni götürünüz, bu yalancı dünyanın gözümde hiçbir değeri yoktur. Ben ondan çoktan usandım artık onu terk etmek istiyorum diye cevap verdim. Bu sözlerimden ne kadar ısrarcı davrandığımı görünce, her biri, benimle ayrı ayrı kucaklaşıp öpüştü ve eskimiş giysilerine sinmiş kötü kokular nedeniyle bu kucaklaşma pek hoş bir şey olmamışsa da işim yoluna girdiğinden, çaresiz katlandım.
Tahran’dan yola çıkış
1863 yılı Martı’nın 28’inde şafakla birlikte daha önceden toplanma yerimiz olarak kararlaştırılan kervansaraya vardım. Bütün Hacılar orada hazır bulunuyorlardı. Hacıların en yoksulları ellerine hurma dalından birer uzun alsa almışlar, ayaklarına da İran piyade askerlerinin kullandıklarından birer ayakkabı giymişlerdi. İçlerinden gücü yetenler eşek ya da katır tedarik etmişlerdi. Daha önce Tahran’da üzerlerinde gördüğüm eskimiş elbiseler meğer sokak, daha doğrusu bayramlık giysileriymiş. Çünkü bugünkü yol giysileri birbiri üzerine giyinmiş çeşitli şekil ve renkte yamalı birkaç gömlekle bir ip kuşaktan oluşuyordu. Dün üzerindeki elbise ile aynaya bakınca kendimi en pejmürde bir dilenci bir gibi görmüştüm. Oysa bugün arkadaşlarıma göre atlas ve dibâlarla krala benziyordum.
Sahte Derviş Tahran’dan yola çıkınca, ismi Reşit Efendi’den Hacı Reşit’e dönüşür. Artık o şekilde çağırır ve seslenirler kendisine… Onun anlatımına göre: “Yolda arkadaşlarım, konuşmaktan usandıkları zaman, hep bir ağızdan zikir ve tehlile başlıyorlar, ben de mümkün mertebe taklit ederek onlara katılıyordum. İçlerinden genç olanları bana, kendilerine benzemem için ne şekil hareket ve ibadet etmem gerektiğini öğretiyorlardı, ben de öğütlerini tümüyle tutarak yerine getirdikçe, yaşlı arkadaşlarım son derece memnun oluyor, birbirlerine Hacı Reşit iyi gidiyor. Gerçek bir derviş olacak diyorlardı.”
Bir gözlemci olan Derviş, Türkistan’a ilişkin gözlemlerini anlatmaya geçmeden önce Gürgene ırmağı ile Ceyhun Nehri arasındaki topraklarda yaşayan göçebe oymak ve aşiretlerin ahlak ve adetleri hakkında bazı bilgiler sunmayı gerekli görür. Bu bilgiler, kişisel gözlem ve deneyimlerine dayanmaktadır.
“Rum’da, yani İstanbul’da Hakk’ın rahmeti, Şam’da çeşit çeşit dünya nimetleri, Bağdat’ta İlim ve sanat, Türkistan’da da kin ve nefret anlamına gelen eski bir Arap atasözü, Türkistan halklarının ahlakını çok doğru biçimde ortaya koymaktadır.” Der Vambéery…
Kafile reisi Hacı Bilal, ona birlikte biraz dolaşma teklifinde bulunur. “Çadırdan çıkıp biraz ilerleyince, artık efendi tavırlarımı bütünüyle bırakıp kalbim ve davranışlarımla da tam bir derviş olmam gerektiğini hatırlatarak beni ve arkadaşlarımı taklit et, halka efsun oku, nefes eyle. Gerçi Rum’da böyle olmadığını biliyorum ama burada dervişlik iddia edip de onun gerektirdiği görev ve şartları tam olarak yerine getirmeyecek olursan, halk senden kuşkulanır, yoksa şimdiye kadar usulünü öğrendiğim için öğretmeye gerek yok. Bu nedenle hemen rastladığımız kişilere tam bir bilgi ve yetkiyle, bol bol dualar ve himmetlerini artırdıkça da gidip hastalara nefesler eyle. Ama çıkarken onlara elini uzatmayı unutma. Çünkü dervişlerin geçim kaynağının bu tür gelirler olduğunu herkes bildiğinden, dervişi böyle bir iş için çağırdıklarında, hediyesini önceden hazırlarlar, ben sırf iyiliğinizi düşünerek bu öğütleri veriyorum. Gezginin birisinin uğradığı bir beldede, halkının tümünün tek gözlü olduğunu görünce. kendisinin iki gözü de sağlam olduğu halde onlara uymak için bir gözü körmüş gibi gözüktüğünü hatırla” dedi. Bu güzel öğütlerine teşekkür ettim bunun üzerine yol arkadaşım Han Can ile diğer bazı kimselerin, Benim gerçek kimliğimi öğrenme konusunda çok istekli davrandıklarını, kendisi yalanlamaya çalışmışsa da Türkmenlerin bir türlü inanmayarak bir ara benim Zat-i Şahane yani Osmanlı Sultanı tarafından Rusya’nın nüfuzunu kırmak için politik bir görevle Hive ve Buhara emirlerine göndermiş olduğumda ısrar ettiklerini, Sultan’a sonsuz saygı duydukları için, ileride hakkımızda hayırlı olacağı düşüncesiyle bu kuşkuyu kalplerinden büsbütün çıkarmama görüşünde olduğunu anlattı bana.
Bu anlatılanlar, modern zamanlarda cereyan eden ve bir gezginin başından geçen olaylar değil, 19. Yüz yılda Yahudi kökenli Vambéery’nin ne tür hile ve desiselerle Orta Asya Gezisi adı altında, gerçek kimliğini gizleyerek Müslümanları da ne denli aldattığını göstermektedir. (SÜRECEK, GELECEK YAZIDA, ORTA ASYANIN BÜYÜK ŞEHİRLERİNDEN HİVE’YE OLAN YOLCULUĞU ANLATILACAK)
Kaynak: Farklı Bakış