Birkaç yazı halinde gündeme getirdiğimiz ve dervişlik perdesi altında kendisini gizleyerek casusluk yapan Vambéri, Orta Asya gezisine, İstanbul’dan 1862 yılının Mayıs günü, Trabzon’a kalkan bir Avusturya buharlı gemiye binerek: Yüzü, Batı’ya dönük olarak Avrupa’ya ve çok sevdiği memleketi Macaristan’a acaba dönebilir ve tekrar görebilir miyim? Gibi karışık duygular içinde başlar.
Gemi, Trabzon’a sahile yaklaşırken, top gürlemeleri, mızıka sesleri ve sevinçli haykırışlar gelmekte ve her taraf sevinç çığlıklarıyla inlemektedir. Bir bayram havası şenliği, eski Asya’nın büyük bir kısmını dolaşmak üzere, elindeki dilenci sopasıyla yollara düşen yarının dervişi için değildir bu, tabii… Bu saygı ve karşılama gösterisi, İstanbul’dan buraya kadar aynı gemide birlikte yolculuk yaptığı ve Trabzon’a yeni atanan Vali Emin Muhlis Paşa’nın şerefine yapılmaktadır.
İstanbul’dan tanıdığı olan Muhlis Paşa, burada kalacağı süre içinde kendisine misafir olmasını teklif eder, sahilde hazır bulunan binek atlarından birine kendisi de kurulur ve merasim alayıyla Vali konağına doğru ilerler. Neşeli bir kalabalık arasından geçen Paşa’nın halka küçük paraları çil çil dağıttığını söyler bu sahte derviş…
Trabzon’da üç gün kalır, yolculuk için gereken eşyaları almak, at kiralamak ve benzeri ihtiyaçlar için çarşı pazarı dolaşır. Paşa’nın iki koruma teklifine karşılık nezaketle teşekkür eden Derviş, doğuda uzanan dağlara doğru 21 Mayıs günü Ermeni bir sürücüyle yola koyulur. İranlı sürücülerin haykırışları arasında, nerdeyse yüklü katırların aşağıya doğru inen uzun dizileri, onun dikkatini çeker. Kaygan kayalıklar arasında, dibi bucağı görünmeyen, baş döndürücü uçurumlar kenarında uzanan patikadan geçişlerini, eşsiz bir sanat ve hüner örneği şeklinde niteler bu Sahte derviş…
Hanlarda kalarak ve yolcular arasında çeşit çeşit sıkıntılara göğü gererek yol alan Reşit Efendi, amacı için her türlü zahmeti çekmeye önceden razı olmuştur. Erzurum’a Mayıs’ın 28. Günüde vardığında, daha İstanbul’da iken tanıdığı şehrin bu yerel kumandanı Hüseyin Daim Paşa’nın misafiri olur.
Asya’nın göbeğine indiğini düşünen Vambéry, Erzurum’da Şark üslü yapılmış kerpiç veya taştan yamrı yumru duvarları, sokaktan çok avluya bakan evlerin pencereleri, onun dikkatini çeker.
Daim Paşa, Türkistan’ın büyük kentlerinin ileri gelen birkaç şeyhine kendisi için yazılmış tavsiye mektuplarını verir. Erzurum’daki Vali konağının, zihninde unutulmaz bir iz bırakacağını ve yer edineceğini söyler ve kendine özgü bir üslupla anlatır Erzurum’daki Vali Konağını: “Kapının önü, ayakkabılar, sopalar, silahlarla dolu, sağa sola sere serpe uzanıp yatmış sürüyle köpek, her şey adeta girişi engelliyor. Konağın içi de aynı derbederlik içinde… Kirli, iğreti bir divana bir iki memur oturmuş… Az ötede, bir küme kadın münakaşa edip duruyor, başka bir köşede bir adam, şaklabanlık ederek memurları eğlendiriyor… Bir başka köşede ise, birisi yüksek sesle küfürler savurarak şikâyetin dile getiriyor…”
Çok yetenekli ve zeki olan bu Yahudi, gördüğü manzaraları ve yerleri, büyük bir dikkatle not defterine geçirir ve insanı hayretler içinde bırakacak tarzda anlatır. O dönemde şehirlerde insanlar, güzel ve müreffeh bir hayat sürdürürken, özellikle Doğudaki sefaleti gözler önüne serer: “ Burada evler, genellikle tek bir bölmeden ibaret, içinde insanlarla hayvanlar bir arada kalıyor. Ehli hayvanlar, bu geniş odanın iki tarafına uzanan yemliklere sırayla bağlı, insanlar ise, “seki” denilen yüksekçe bir yerdeler. Demek ki burada insanlar, ahırda oturuyorlar. Bu nedenle kırk elli manda, birkaç dana ve atlarla geceyi beraber geçirmenin nasıl bir şey olduğunu artık tahmin edilsin. Üstelik bu ev/mandıranın tek bir penceresi de yok.”
Dervişin anlattığı, 19. Yüzyıl Erzurum’unun, daha doğrusu Doğu Anadolu bölgesi köylerinin içler acısı durumu ve yaşantısıdır. Hasankale’ye geldiklerinde eşkıyanın saldırısına karşı iyice takviye edilmiş iki koruma görevlisine karşı kendisi, Erzurum Valisi tarafından verilen fermana güvenmektedir.
“Efendi” olarak anılan ve başındaki fesiyle böbürlenen derviş, burada gördüğü çok ilginç bir olayı aktarır. Daha doğrusu bir misyonerlik faaliyetini…
Akşamüstü, Diyadin’in hudut kapısına vardık. Gece için yatacak bir yer sağlamak amacıyla, sağa sola sorarak nihayet Kadı’nın evini bulduğumuz zaman orada kapalı ambarın bir köşesinde Amerikalı bir papazın, karısı, kardeşi ve çocuklarıyla oturmakla olduğunu gördüm. Yıllarca İran’da Urumiye’de bulunmuş, şimdi ise Filadelfiya’ya dönüyormuş. Ne uzun mesafe, fakat misyonerlerin gözünde uzaklık ve mesafe diye bir şey yoktur.
Kürt Kadı, beni dostça kabul etti, gece evinde barındırmasına rica ettiğim zaman şu cevabı verdi:
-Selam sana Efendi sana yer gösteremeyeceğim Ama şayet bir asker paşasıyla evimin tek odasını paylaşırsan onu verebilirim.
-Asker paşası olsun kim olursa olsun, sen göster o yeri bana, diye cevap verdim. At sırtında on saatlik yolculuğu, şeytanı bile ehlileştirilir. Zaten zannederim kendisiyle iyi anlaşacağız.
Kürt, elinde küçük bir kandille önden yürüyüp küçük, kamara gibi bir odayı gösterip oraya soktu. Asker paşası, bir köşede büzülmüş oturuyordu. Kendimi tanıtmak için yanına yaklaştığın zaman, Bir de hayretler içinde, en candan arkadaşım General Kolmann’ı, öteki adıyla Fevzi Paşa’yı karşımda görmeyeyim mi? kucaklaşıp ateşin yanında karşı karşıya oturduk
“Mucize kabilinden tesadüf buna derler işte!” dedi
General Kolmann, Macar mültecileri arasında dikkate değer bir şahsiyetti, Türkiye’de bulunduğum sürece bir gün bana daima en sıcak himayesini gösterdi. Seyahat planını biliyordu Ve burada Türkiye hududunda hükümetin büyük bir temsilcisi olarak hudut kalelerinin inşası ile uğraşırken bana rastlayıp bir uğurlar olsun diye bildiğinden son derece sevinç duymuş, vaktimizi, gecenin ilerlemiş saatine kadar konuşarak geçirdik. (SÜRECEK/ ÖNÜMÜZDEKİ HAFTA TAHRAN İZLENİMLERİ)
Kaynak: Farklı Bakış