Yaşadığım hayal kırıklıklarıyla, doğrusu genel olarak ve Türkiye'de siyaset üzerine yazmak içimden gelmiyor. Ama ne var ki ben de kuşağımın kimi mensupları gibi bir "siyasî hayvan"ım, yani siyaset bilimi öğrenimi gördüm, küçük yaştan itibaren dünyada ve yurtta siyasetin sorunlarıyla (yakamı kurtaramayacak kadar) uzun süre ilgilendim. Nitekim, 29 Ekim 2019 dolayısıyla cumhuriyet, demokrasi, hukukun üstünlüğü, özgürlük üzerine yazılan ve söylenenlerin teşvikiyle bu yazıyı yazmak ihtiyacını duydum.
Elbette ki, kentli toplumun büyük bir kesiminin görkemli 29 Ekim kutlamalarının iktidara karşı tepki patlaması niteliğini taşıdığını anlıyorum. Ağır baskı altında tutulan toplumun ancak resmî kutlamalar vesilesiyle hissiyatını dile getirme imkânı bulabildiğini görebiliyorum. İktidar sahiplerinin bu kutlamalara gönülsüzce katlandıklarının da farkındayım. Ama bütün bunlar cumhuriyet, demokrasi, hukukun üstünlüğü konuları üzerine hâlâ büyük ihtiyaç olan bilinçlenmeye engel olmamalı. Türkiye'de siyasete gözlerini 27 Mayıs 1960 askerî darbesiyle açan kuşağın, en azından aralarında benim de olduğum kesiminin yaşadıklarımızdan çıkardığı temel ders şu: Türkiye için de, bütün toplumlar için de eşitlik ve özgürlük ideallerine ulaşmanın temel şartı, tek başına ne cumhuriyet, ne demokrasi, ne hukukun üstünlüğü, ne de piyasa ekonomisi; her şeyden önce kişinin, fertlerin başta ifade özgürlüğü olmak üzere siyasî özgürlüklerinin güven altına alınması. Fertlerin siyasi özgürlükleri güven altında olmadan hiç bir sorunun üstesinden gelinemez.
Önce cumhuriyet konusunu ele alalım. Evet kişilerin özgürlüğü açısından yönetimin bir hanedana ait olmadığı cumhuriyet, krallık ya da padişahlıktan görece daha olumlu bir devlet biçimi olarak görülebilir. Ne var ki, Türkiye ve dünyanın deneyimleri şunu gösteriyor ki, cumhuriyet de pekala tıpkı krallık - padişahlık gibi bir “tek adam” rejimini barındırabilir; en ağır baskı rejimleriyle, en zalim diktatörlüklerle bir arada bulunabilir. Bugün yeryüzündeki cumhuriyetlerin çoğunluğu demokrasiyle ve kişi özgürlükleriyle bağdaşmayan rejimler. Buna karşılık krallıklar pekâlâ demokrasiyle ve kişi özgürlüğüyle bağdaşabilmektedir. Nitekim mevcut meşruti (şartlarla, anayasayla sınırlandırılmış) krallıkların çoğu törensel bir hâl almış olup, kişi özgürlüklerine cumhuriyetlerin çoğundan daha büyük güvence sağlamakta.
Demokrasiye bakalım. Demokrasi, esas olarak, seçimle gelen iktidarlar tarafından yönetim anlamına gelir. Elbette, kendinden menkul yönetimlere tercih edilir. Ancak demokrasilerin kolaylıkla azınlık tahakkümüne ya da çoğunluk diktatörlüğüne dönüşebildiği sık görülmüştür. Bunun için bugün demokratların "demokrasi" dediklerinde "liberal demokrasi"yi, yani seçimle gelen iktidarların kişi hak ve özgürlükleriyle, denge ve denetim mekanizmalarıyla sınırlandığı türden demokrasiyi kastediyor. Türkiye'de gördük ki, demokrasi, yani seçimle gelen iktidarlar hiçbir dönemde kişi özgürlüklerini güven altına alamadı. Evet, çok partili dönemde özgürlükler, tek parti dönemine nazaran görece daha geniş güvence buldu. Ama çok partili düzenin kolaylıkla azınlık tahakkümüne (vesayet rejimine) ya da çoğunluk diktatörlüğüne (tek adam iktidarına) dönüşebildiğini yaşayarak gördük; tek başına (dar, seçimle gelen yönetim anlamında) demokrasi, hiç bir zaman özgürlükleri güven altına alamadı.
Evet, özgürlük için "hukukun üstünlüğü"ne ihtiyaç var. Ama hukuka dayalı yönetim, eğer "kanun devleti" olarak uygulanıyorsa, özgürlükler güven altında olmaz. Faşist ve komünist rejimlerde "kanun devleti," yani kanunlarla yönetim anlamında hukukun üstünlüğü geçerli oldu, ama bu rejimlerde özgürlükler ayaklar altına alındı, en ağır zulümler uygulandı. Tıpkı faşist ve komünist ülkelerde olduğu gibi çok - partili Türkiye'de hukukun "düşman hukuku" şekline büründüğünü, cezanın fiilin niteliğine değil failin kimliğine göre uygulandığını dahi gördük.
Ve belki en başta dikkate alınması gereken, özgürlüğün öznesi nedir, kimdir konusu. Sağ otoriter/totaliter ideolojilere göre özgürlüğün öznesi, etnik grup, ırk ya da millettir; sol otoriter/totaliter ideolojilere göre ise sınıf ya da halk... Irkçılar açısından özgürlük ırkın üstünlüğü anlamına gelir. Özgürlük, milliyetçiler açısından milletin, komünistler açısından sınıfın özgürlüğü demektir. Kollektivist bir anlam yüklenen bütün rejimler özgürlüğü boğmuştur. Özgürlük ancak öznesi birey, fert, yurttaş, insan olduğu sürece gerçek olabilir.
Nihayet, ekonomik rejim ile özgürlükler arasındaki ilişki konusunda da açıklığa kavuşmak gerekiyor. Kumanda ekonomilerinde, yani ekonomik kararların bireyler, toplum değil devlet tarafından alındığı rejimlerde sadece özgürlüğün değil eşitliğin de ortadan kalktığına tarih tanıklık ediyor. Ekonomik kararların bireyler tarafından alındığı rejimlere, yani piyasa ekonomilerine gelince: Bireylere haklarda ve fırsatlarda eşitlik sağlayacak düzenlemelerden yoksun olmaları, özgürlüğün yalnızca ekonomik özgürlük, yani sınırlanmamış mülkiyet hakkı ve girişim serbestliği olarak anlaşılması halinde doğacak eşitsizliklerin giderek başta ifade özgürlüğü olmak üzere siyasi özgürlükleri ortadan kaldırma eğilimini doğurduğu da görüldü.
Kısacası cumhuriyet, demokrasi, hukukun üstünlüğü, piyasa... hepsi birer şekil, kabuktur. Özgürlük, başta bireylerin, yurttaşların ifade ve örgütlenme özgürlüklerinden oluşan siyasî özgürlük var olmadıkça gerçeklik kazanamaz. Siyaset sınıfı içinde bu konularda geniş mutabakat sağlanamadığı sürece, özgürlük hayal olmaya devam eder. Daha da özeti: Hür ve âdil bir toplum düzeni için her yönüyle ferdin ifade ve seçme özgürlüğünün temel şart, özgürlüğün öznesinin de fert olduğunu kavramak için, sürgün olmak ya da hapse düşmek gerekmemeli.
P24 Blog