Bir insan yetiştirme sürecinin parçası olarak doğarız. Niyetler, amaçlar farklıdır; ama bizi içine katan dünya yerimize, muhitimize, coğrafyamıza göre şekil alan birbirinden bağımsız öngörülerle, yer yer birbirini yanlışlayan arayışlarla bizden ideal bir insan çıkarmak ister.
Herkesin insandan anladığı başkadır. Kimin nasıl bir hayalin peşinde olduğu zamandan zamana, coğrafyadan coğrafyaya, dinden dine değişir. Bazen ?Ben kimin, hangi dünyanın insanı olarak tasarlandım?? diye sorduğum çok olur.
Kendimi bulmak istediğim hatta moda tabirle kendimi gerçekleştirmeyi öncelediğim zamanlarda gerçekte çoktan bir düzeneğin, bir tahayyülün hatta bir beklentinin ürünü olarak tasarlanmış olabileceğimi düşünür, kendime bütün bunlardan azade, sağlam bir yol bulmakta zorlanır, bütün bunlara fena hâlde içerlenir, bozulurum. Oysa ben aklım sıra bütün bu yol ve yordam önerileri arasında kendi özgünlüğümü ortaya koyacak, yetkin bir kararlılık içinde kalkıp sahici bir ben olacaktım. Zormuş, düşündüğümde içinden çıkamadığım soruların çoğu benden önce, ben daha dünyaya gelmeden önce kotarılmış bir müktesebattan çıkardıklarımmış, ben de o akışkan düzeneğin bir parçası olacakmışım, sanki başka bir çarem de yokmuş.
Sahiden biz kimin ürünü, kimlerin tasarımıydık? Benden öncekilerin hayal gücü hadi neyse ama şimdi çoluk çocuğa karışmış biri olarak onlardan herhangi birini boşluğa ya da sonu karanlık bir belirsizliğe terk edebilir miydim? Benim de insan yetiştirme konusunda bir fikrim var mıydı? Olacak mıydı?
İnsan yetiştirme ideali
Oysa insan yetiştirme ideali karmaşık yapısına rağmen sonuç alınabilir uygulamalara behemehal imkân verme ihtimali ve beklemeye değer bir sürede gerçekleşmesi taahhüt edilen içeriğiyle aklı başında herkesin peşine takıldığı bir yol haritasıydı. Ne dinler ya da devletler ne de inançlar ve ideolojiler nasıl bir insan üzerinde karar kılınması gerektiği konusunda bir fikir ortaya atmaktan uzak değildi. Dinler daha en başta ?eşref-i mahlukat? olarak tanımlanmış bir seçkin varlığı ?insan-ı kâmil?e dönüştürmeyi önceliyor, hemen her devlet ortaya kendine mahsus bir insan çıkarma hedefini gerçekleştirmek için özgün bir ?makbul vatandaş? çıtası koymaya odaklanıyordu. İnsan söz konusu olunca ideolojiler hemen her konuda kendinden geçmeye hazır müntesipler, inançlar ise sorgusuz sualsiz bir teslimiyette karar kılmış kullar arıyordu.
İlerleyen yaşlarda gerçek hayatın yönlendirici ve çeldirici etkilerinden bağımsız bir insan olma iradesiyle kendi varlığının her daim farkında olan birisi olarak aklım sıra sahih ve müstakim bir kişilik arayışıyla yeni bir rol edinmeye yöneldiğimde öncelikli olarak zaten işlemekte olan ?insan yetiştirme? mekanizmasının ağır ve müdahaleci işleyişiyle baş etmem gerektiğini kavramış, onunla bir şekilde karşı karşıya gelmeyi göze almaksızın kendimi gerçekleştirmeye koyulmanın ham bir hayal olduğunu fark etmiştim.
Nasıl bir insan istiyorduk?
Peki nasıl bir insan istiyorduk. Muti mi? İsyankâr mı? Haylaz mı? Uçuk mu? Sade mi? Akleden mi? Eleştirel mi? Kör mü, sağır mı? Dindar mı, dini dar mı? Sadakat öncelikli mi, yoksa liyakatli mi? Bu hepimizin derdiydi ve bize bir fırsat verilseydi eğer herhâlde ilk işimiz geleceğimizi emanet edeceğimiz kuşakların nasıl inşa edilmesi gerektiği konusunda bir karara varmak olacaktı. Bizden öncekilerin dert ettiği şey, işte şimdi içinde yer aldığımız bir planlamanın ürünüydü. Bizi yetiştirenlerin sıklıkla başvurduğu bir referans dünyası sonuçta birörnek sayılabilecek bir kalite etrafında toplanan sayısız insana tekmil ev sahipliği yapıyordu. Süreç çok boyutlu ve sonuçlar basite alınamayacak kadar ağırdı. Bir ilahi iradenin içinde hâlden hâle gidiş değildi yaşanılan, türlü beklentiler içinde şekillenmiş yine insan yapısı bir düzenek sizin bir yolunu bulup kendinizi, dışına atmanızı zorunlu kılan, müstahkem daireler üretmişti.
Her paradigma değişiminde yeni bir zihniyet envanterine başvuruluyor, bu düzlemde kendisinden emin olunacak makul ve makbul insan kalıbının nasıl oluşturulacağı konusunda sabır ve sebatla takip edilen bir dizi planlama yapılıyordu. Eğitim işin içindeydi, okulsuz toplum olmazdı. Aile duygusal desteğiyle, mahalle devamlılığı koruyan çabasıyla, devlet mütemadiyen gözleyerek, verili din bu gidişatı olabildiğince meşrulaştırarak, ideoloji eldeki malzemeyi istediği ölçüde rasyonalize ederek, iktidar tahkim etmeyi, siyaset ürettiği seçenekler içinde bizi bir başka kapıya muhtaç bırakmadan bildik insan siması üzerinde gerekli düzenlemeler yapmayı tercih ederek bizi her seferinde yeniden yeniden üretmenin cazibesine kendini çoktan kaptırmış oluyordu. Din din olmaktan çıkarılmış, inanç yeniden tarif edilmiş, ideolojiler yeri geldiğinde değiştirilebilecek birer kostüme dönüştürülmüş gibiydi.
Her şeye yeniden başlamak
Bütün bunları fark etmek tabii ki zor olmayacaktı. Herkes gibi düşünmeye başlamanın, çevremizdekilerle aynı noktada buluşmanın hepimize tuhaf gelen bir tarafı kesin olacaktı. Çocukluğundan beri hemen her zaman görüntüye ikna olmaya hazır olan bir karakter yapısının bütün bu gidişatı tersine çevirecek yönelimler karşısında huzursuz olması hatta telaşa kapılıp etrafı zindana çevirmesi ve ilk fırsatta kendini paralaması olağan bir tercihti. Birbirinin önerilerine sırtını çevirmiş farklı insan muhayyileleri sonuçta tek tek hepimizi rehin almayı hedefleyen ortak model ve temsilleriyle iradesi elinden alınmış ya da varsa bile bütünüyle maniple edilmiş bir dünyaya dahil olmak için seferber olacaktı.
İnsan bütün bu yüklerden halas olmayı seçtiğinde her şeye yeniden bismillah diyebilir, hayata her nasıl işliyorsa işlesin kendi adına adım atacağı uygun bir noktadan taze bir başlangıç yapabilirdi.
Necdet Subaşı