“Sahaflar Çarşısı bizim için mektep gibiydi.”

Ayşe Adlı, İsmail Kara ile nadirkitap.com’da “Sahaflar Çarşısı bizim için mektep gibiydi.” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi. Aşağıya alıntılıyoruz.

“Sahaflar Çarşısı bizim için mektep gibiydi.”

İsmail Kara, titiz bir araştırmacı, velûd bir kalem erbabı, profesörlüğe kadar yükselseler dahi talebelerine rehberlik etmeye devam eden bir hoca ve elli yıldan uzun süredir İstanbul sahaflarının müdavimlerinden. Düşük bir ihtimalle adını duymamış dahî olsanız, bu kadar açıklama ne söylediğini merak etmenize kâfi olsa gerek. İhtisas alanı İslam düşüncesi olmakla birlikte, Prof. Dr. İsmail Kara’nın kültür alanında da bizzat kaleme aldığı ya da destek verdiği çok sayıda çalışma bulunuyor. İstanbul’a, 1969 yılında on dört yaşında bir öğrenci olarak geliyor Kara. O tarihlerden itibaren şehirdeki kültür muhitine dahil oluyor. Çok insan tanıyor, çok hatıra biriktiriyor elbette. Sözü daha fazla uzatmadan sizi Prof. Dr. İsmail Kara’yla baş başa bırakalım…

Prof. Dr. İsmail Kara
Hocam sizi konuşmaya başlamadan önce babanız Kutuz Hoca’yı, annenizi, sizi yetiştiren insanları tanımak istiyoruz. Nasıl bir aile ortamında yetiştiniz?

Rize’nin sahilden yaklaşık 35 – 40 kilometre içerde bir köyünde, Güneyce’de doğdum. Köy ama medresesi, tekkesi olan bir köy. Ahşap tekkesi şimdi cami. Babam, köyün büyük camisinin imamı. Kutuz Hoca diye biliniyor. Hatıralarını neşrettim. Annem köy kadını, mektep medrese görmemiş, ömrü çalışmakla geçmiş ama şifahi kültürle zenginleşmiş biri. Kullandığı dilin genişliğini ve revnakını geç farkettim. Farkedince de Güneyce-Rize Sözlüğü’nü derlemeye başladım. Annemin de menakıbını geniş bir şekilde yazdım. Beş çocuğuz, beşinci olan kızkardeşim Asiye, benden on dört yaş küçük. Onun için ailenin en küçüğü olarak, biraz da nazlı büyüdüm.

İsmail Kara’nın babası Kutuz Hoca

[İsmail Kara’nın babası Kutuz Hoca]

Kitaplı, kütüphaneli bir ev miydi sizinki?

Aramızda altı yaş olan ağabeyim Mustafa Kara, ben sekiz yaşındayken Ankara İmam Hatip Okulu’na gitti. O yazdan itibaren her sene eve kolilerle kitap gelmeye başladı. Babamın kütüphanesi de vardı tabii ama imamlık yaptığı caminin dersanesinde, camlı dolabın içindeydi ve Büyük Camii evimize on beş, yirmi dakikalık mesafedeydi. Önce babamın kütüphanesini gördük fakat o kitaplara dokunulması mümkün değildi. Bizim için cazip de değillerdi. Büyük Cami’nin dersanesinde, babamın oturduğu hoca minderi önündeki masa da umumiyetle kitapla, dergilerle ve takvim yapraklarıyla dolu olurdu. Babamın abone olduğu dergiler vardı.

İsmail Kara ağabeyi Mustafa Kara ile - 2015

[İsmail Kara ağabeyi Mustafa Kara ile – 2015]

Hangi dergiler geliyordu, hatırlıyor musunuz?

Düzenli olarak gelen dergilerden biri Diyanet dergisiydi. Babam onu okurdu. Okuma yazma öğrenmeye başladıktan sonra bize de okuturdu. Takvim yapraklarının arkası da mutlaka okunurdu. Arada okumamızı ve anlayışımızı yoklardı. Bana okutmasının bir sebebi daha vardı, beş on dakika da olsa kontrol altında tutmak. Çünkü çok hareketli ve yaramaz bir çocuktum.

Ağabeyinizin her yaz kolilerle geldiğini söylediniz. O kolilerde ne vardı?

Ağabeyimin kolileri muhtemelen kendisi için başka, bizim için başka anlamlar ifade ediyordu. Ağabeyim Mustafa Kara 1963 – 64 ders yılında Ankara İmam Hatip’e gidiyor. Bir yıl sonra, Allah rahmet eylesin, Bayezid Camii ikinci imamı Hafız İsmail Atay’ın delâletiyle İstanbul İmam Hatip’e naklediyor. Ağabeyim İstanbul’a geçtikten sonra getirdiği koliler artmaya başladı. Kitabın yanında dergi ve okulun o seneki albümleri de vardı. Ben o yıllarda daha çok albümlere bakıyordum.

Hangi dergileri getiriyordu?

Üç dergi neredeyse eşit veya yakın seviyede bir öneme sahip olarak ağabeyim tarafından hem köye getirilir hem okunurdu. Nurettin Topçu’nun çıkardığı Hareket dergisi, Necip Fazıl’ın çıkardığı Büyük Doğu ve Sezai Bey’in (Karakoç) çıkardığı Diriliş. Bunlar dışında dergiler de vardı. Ağabeyim enteresan bir şekilde, dolaylı eğitimin imkanlarını erkenden kavramıştı anlaşılan. Babam da öyleydi gerçi, belki babamdan öğrenmişti. Doğrudan ‘şunu oku, bunu oku!’ demezdi. “İstersen şuna bir göz gezdir, bak!” derdi veya masasının üzerinde tutardı. Bu, bizim de oraya koyduğu kitap ya da dergiyi görmemiz, bakmamız için tabii bir teşvik gibiydi. Ayrıca o da biliyor benim o zaman okumaya uzun boylu vakit ayıramayacağımı. Dışarda oynamak, gezmek dururken…

Derslerle aranız nasıldı?

Derslerime çalışırdım, bana ‘ders çalış’ demezlerdi hiç. Hatta ilkokuldayken, bir an önce oynamaya başlamak için yol üzerindeki su havuzlarının beton kapakları üzerinde ödevlerimi yapa yapa eve gelirdim. Ağabeyim tam tersi bir tabiattaydı. Çocukluğundan itibaren yumuşak ve sakindi. Oturur, okur. Oyun oynadığını hiç hatırlamıyorum. Ağabeyimin aşina olduğu, okuduğu kitap, dergi, efemera türü şeylerle ben de o yaşlarda karşılaştım, baktım. Okuyor, çiziyor, yanına notlar alıyordu. ‘Mim’ ( م ) işareti koyuyor. Sonradan anladım ki o, mühim kelimesinin mimiymiş. Ben de hala م koyarım. “Mim koymak” diye bir tabir de var malum.

O yaşlarda okuyup yazmak sizi cezbediyor muydu?

Bizim evde ne zaman karara varıldığını bile bilmediğim bir gizli mutabakat vardı; biz de okuyacağız ve babam gibi hoca olacağız. Bu fikir hepimizde erken teşekkül etti. Ortaokul çağına geldiğimiz zaman babam bunu bize bir şekilde söyledi ayrıca. “Meslektaş olacağız!” dedi. Biz de bunu benimsedik ve o söze sadık kaldık.

İçinizden de olsa itiraz etmediniz mi?

Hayır! Aklımdan itiraz yahut sorgulama geçtiğini hatırlamıyorum, belki de babamın mesleğinin itibarlı olmasındandı bu. Babam köyün sevdiği, saydığı, her şeyini danıştığı, güvendiği bir insandı. O yaşlarda tam olarak fark etmiyorduk muhtemelen ama köyün en önde gelen kişisiydi. Başka ne olabilirdik ki biz! Okuyacağız, ilkokuldan sonra hafızlık yapacağız. Hafızlık da bir gelenek bizim için. Yol belli yani…

Babanız da hafız, öncesi var mı?

Dedem yarı hafız ama mollalığı var. Hafızlığı tam olmayıp bir miktar Arapça bilen, imamlık yapabilecek bilgi seviyesinde olan kişilere ‘Molla’ derlerdi bizde. Dedeme de Kutuz Hüseyin, Molla Hüseyin derlermiş. Bildiğimiz kadarıyla okuma işi ondan yukarı çıkmıyor. Babam onu biraz daha geliştiriyor. Biz de sürdürüyor gibiyiz. Babamın iki tane daha erkek kardeşi var, onlar okumamış.

Ağabeyinize o erken yaşlarda okuma zevki ve yolunda rehberlik eden kimse olmuş mu?

Ağabeyim bu hususiyetleri İstanbul’a, yatılı okula gelince kazanıyor. İstanbul başka bir yer o yıllarda. Hem hocalar, hem okulun yatılı kısmı, hem de çevresi bu işleri teşvik eden, canlandıran bir özelliğe sahip. Ben de sonradan aynı şehre ve ortama geldiğim ve müşahede ettiğim için biliyorum. İstanbul İmam Hatip’te hocalar da bu tür teşviklerde bulunurlardı. Okulun iyi bir kütüphanesi vardı mesela. İki büyük sınıf birleştirilerek yapılmıştı.

Sözü Dilde Hayali Gözde - İsmail Kara

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa - İsmail Kara

Ne tür eserler vardı kütüphanede?

Her türden eser vardı. Ayrıca bazı eski hocaların kütüphanelerinden gelme kitaplar da vardı orada. O kütüphaneden çok istifade ettim. Sonradan öğrendim ve gördüm ki bu sadece İstanbul İmam Hatip’e mahsus bir şey değil. Anadolu’da bile liselerin, öğretmen okullarının çok iyi kütüphaneleri vardı. Maalesef bu kütüphaneler atıldı, satıldı. Sahaflarda birçok lise kütüphanesi mühürlü kitaplar gördük, hâlâ görüyoruz. Kıymetli kitaplardı bunlar. Bir talebenin okuması bir tarafa; adını, yazarını, kapağını görmesi bile kazanç sayılabilecek kitaplar. Ayrıca İstanbul İmam Hatip’e konferans, sohbet için hocalar davet edilirdi. Bazı hocalar ise düzenli, haftalık dersler, kurslar yaparlardı.

İsmail Kara İstanbul İHL Kütüphanesinde arkadaşı Nihat Azamat’la - 1971

[İsmail Kara İstanbul İHL Kütüphanesinde arkadaşı Nihat Azamat’la – 1971]

Kimler gelirdi?

Mesela Abdurrahman Gürses Hoca gelir, idarenin seçtiği hafız talebelere kurs verirdi. Bir sene bu kurslardan birine ben de katıldım. Sözü Dilde Hayali Gözde’de yer alan portrede yazmıştım onu. Kendisini önceden tanıma şerefine erişmiştim. İstanbul’a gelmemizi sağlayan köylümüz İsmail Atay Hoca, Bayezid Camii ikinci imamıydı. Kendisini ziyarete gidiyor, bazen birinci imam Abdurrahman Efendi’ye de cemaat oluyorduk. Büyük bir zevkle ve iştiyakla ikindi namazı sonrası okuduğu aşr-ı şeriflerini dinlediğimi hatırlıyorum. Okula musiki kursu için, hat için de gelenler olurdu. Meslek dersleri hocalarımızdan da ayrıca fahri olarak ders verenler olurdu. İstanbul bu bakımdan çok imkânlı ve bereketli bir yerdi bizim için. Bunun dışında biz daha orta okul talebesiyken Hamidullah Hoca’yı (Muhammed Hamidullah) dinlemek şerefine nail olduk. İstanbul’a geldiği her sene İstanbul İmam Hatip’te ve Yüksek İslam Enstitüsü’nde asgari bir defa konferans verirdi. Derdini anlatacak kadar Türkçe bilirdi. İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Urduca çok rahat konuşurdu. Bize geldiği zaman Arapça konuşur ve konuşmanın başında derdi ki; “Evlatlarım! Ben size İngilizce hitap edebilirim. Almanca hitap edebilirim. Fransızca hitap edebilirim. Hatta biraz zorlansam Türkçe hitap edebilirim ama Arapça hitap edeceğim çünkü o bizim annemizin dilidir! Peygamber Efendimizin eşleri bizim annelerimizdir.” Ayrıca sinema kolu vardı. Film getirilir, Cumartesi günleri oynatılırdı. Çok canlı bir ortamdı. Bunlar tabii ağabeyimin bir sene okuduğu Ankara’da, benim bir buçuk sene okuduğum Rize’de yoktu.

Biriniz Ankara’da, diğeriniz Rize’de okula başlamışken neden İstanbul’a geldiniz?

Asıl sebep babamın düşünce ve talebiydi. Babamın eğitim anlayışı disiplini öne çıkaran bir anlayıştı. Kendisi de hem imam hem de Kur’an Kursu hocasıydı, bunun dışında eğitim işine kafa yorardı. Ana yaklaşımı ‘Okuyan çocuk yatılı olacak. Yatılı olmayan çocuk disipline girmez, ders çalışmaz. Sınıfı geçse bile kıymeti yok, oturmaz, gelişmez o bilgiler.’ şeklinde özetlenebilir. Yatılı okul aradı, bulunamadığı için ağabeyim mecburen Ankara’da başladı. Halamın evinde kalıyor. Halamın ağabeyimin yaşına yakın iki oğlu var. Ben de Rize İmam Hatip’in ilk talebelerinden biriyim. İlk başladığımız zaman yurt bile yok. On iki – on dört yaşları arası dört beş çocuk bir dairede kalıyoruz. Oradan kalkıp okula gideceğiz, gelip ders çalışacağız, yemek içmek işleri var, başımızda büyük yok… Onun için ağabeyimden sonra benim de İstanbul’a, yatılı okula alınmam için İsmail Atay Hoca’ya mektup yazdı. 19 Şubat 1969’da, ikinci sınıfın ikinci yarısında İstanbul’a geldim.

İstanbul’a geldikten, buradaki canlı muhiti gördükten sonra Yüksek İslam Enstitüsü’ne devam etmek konusunda bir kararsızlığınız oldu mu?

Kararsızlık değilse de ikinci bir alternatifi İmam Hatip’in lise kısmına geçtiğim zaman düşünmeye başladım. O yıllarda ve sonra da, uzun zaman boyunca İmam Hatip Lisesi mezunları normal lise mezunu sayılmazdı. Doğrudan girebileceğimiz tek yer Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı 4 yıllık Yüksek İslam Enstitüleri’ydi. Ankara İlahiyat Fakültesi’ne bile giremiyorduk. Benim için Yüksek İslam Enstitüsü’ne gitmek zaten normal ve beklenen tercihti. Liseye geçtikten sonra fark derslerini vererek ilave olarak başka bir fakültede okumak fikri başlamıştı. Benden önce de bunu yapıp iki fakültede okuyan ağabeylerimiz vardı. Ben de düşünmeye başladım ve yaptım da.

İmam Hatip’te aldığınız eğitim fark derslerini vermenizi sağlayacak nitelikte miydi?

Şöyle; 1973 baharı ve yazı, hayatımın en uzun ve yorucu, aynı zamanda başarılı baharı ve yazıdır. O sene altıncı sınıftaydım, Haziran ayında imtihana girerek yedinci sınıfın derslerini, yedinci sınıf talebeleriyle birlikte verdim. O yıllarda not ortalaması 8’in üzerinde olan talebeler için öyle bir teamül ve hak vardı. Böylelikle bir sene kazanmış olduk. O seneyi fark dersleri ve üniversite sınavına hazırlanarak geçirdim. Lise fark derslerini de aynı yılın sonbaharında ikmal imtihanlarında verdim. Yüksek İslam Enstitüsü ve üniversite imtihanlarına ayrı ayrı girdim. Neticede, sonbaharda bir diploma ile Yüksek İslâm Enstitüsü’ne yatılı olarak, diğeriyle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne kaydoldum.

Neden tarih okumak istiyordunuz?

Benim için tarihin alternatifi aynı fakültedeki felsefe bölümüydü fakat o yıllardaki düşüncelerimle ilerde yapmak istediğim çalışmalar için tarih daha uygun gibi geldi. Girebileceğim başka yerler de olmasına rağmen onu tercih ettim.

Çalışma alanınızı belirlemiş miydiniz?

Hayal meyal! Bazı çalışma alanlarım vardı. Bunları pek kimseye söylemiyordum ama üniversite eğitiminin de o yapmayı düşündüğüm çalışmaları desteklemesini istiyordum. Doğrudan, dolaylı yollarla soruyor, soruşturuyordum da. Sahaflara gittiğimde orada bile sorduklarım oluyordu. Kimin nerede, ne yaptığını onlar biliyordu çünkü.

Sahaflara gidip gelmeye ne zaman başlamıştınız?

Sahaflar Çarşısı ile aşinalığım İstanbul’a gelir gelmez başlamıştı. Sahaf dükkanlarında, kitapevlerinde birçok zevatı tanıdık. O arada enteresan bir anekdot var. Allah rahmet eylesin, Mustafa Meral Çörtü Hoca, dört talebenin bir sene erken mezun olduğunu öğrenmiş. Altıncı sınıfta Farsça derslerimize gelmişti, takibindeydik. Hoca birgün, “Sizi Salih Tuğ’a götüreceğim.” dedi. Salih Tuğ, Edebiyat Fakültesi İslam Tetkikleri Enstitüsü’nün başındaydı. Gittik. Tek tek hepimize sordu, “Kimsiniz, nerelisiniz?” Üniversite tercihlerimizi de sordu tabii. Hepimiz Yüksek İslam Enstitüsü düşünüyoruz. Enteresan bir şekilde, ilim-bilim tarihi çalışmayı tavsiye etti. “Hocanız sizi başarılı öğrenciler olarak getirdi. Bu sahada çalışmak isterseniz, lise fark derslerini vererek fen fakültelerine giderseniz, Türkiye ve İslam dünyası için çok iyi olur. İlim-bilim tarihi sahası çok boş.” dedi. Fakat o dört arkadaştan hiçbirimiz onun tavsiye ettiği yolu takip etmedik.

İsmail Kara Babil Sahaf’ta

[İsmail Kara Babil Sahaf’ta]

Unutmadığınıza göre bu tavsiyeyi bir kenara da kaydetmişsiniz demek!

Tabii hiç unutmadım. Daha sonra kenarından köşesinden bu mesele ile de ilgilendim ama onun istediği bu değildi. Fizik, kimya, biyoloji, tıp, mühendislik gibi bir alanda okuyup oradan hareketle İslam ilim tarihi çalışmalarına intikal etmemizi tavsiye ediyordu. “Şimdiden başlayın, yoksa sonra o arayı kapatmanız çok zor olur.” diyordu. Ekleyelim, o yıllarda henüz Bilim Tarihi kürsüleri ve dersleri yok.

İmam Hatip yıllarında Nurettin Topçu’nun Hareket dergisine gidip gelmeye başlamışsınız. Hamidullah Hoca’yı takip ediyorsunuz. Başka kimlerin derslerine, sohbetlerine katıldınız?

O yıllarda İstanbul bir dersler, sohbetler ve konferanslar şehriydi. Bugün de öyle ama o yıllardakiler biraz daha farklıydı. Milli Türk Talebe Birliği’nde birçok insanı dinledik. Nurettin Hoca da, Necip Fazıl da konuşmacı olarak gelirdi. Yeşilay’da seminerler olurdu. Kültür meseleleriyle de ilgilenen birçok tabibi, gazeteci ve kültür adamını dinledim orada. Türkiye Milli Kültür Vakfı’nın Kazancılar Yokuşu’ndaki yerinde de sohbetler olurdu. İstanbul Fetih Cemiyeti de sohbet meclisleri düzenleyen yerlerden biriydi. Seçerek takip ederdim yalnız. Belki biraz Karadenizlilikten, biraz da erken teşekkül eden kanaatlerim dolayısıyla herkesi takip etmezdim.

Ne tür özellikler arıyordunuz?

‘Bu adam işi biliyor mu, bilmiyor mu?’dan ziyade, ‘hangi düzeyden konuşuyor?’a bakıyordum gibi geliyor bana. Bu tür faaliyetlerde kendimce sadece hamaset yapan, hislere hitap eden insanları pek dinlemedim. Yüksek tahsilim sırasında iyi ders anlatmayan veya dersi iyi bilmediğine kanaat getirdiğim hocaları da pek dinlemez, arkada bir yerde kitap okurdum. Hocanın bize tavsiye ettiği kitabın bir üst kademesini okur, dersi geçerdim. Üniversite hocası olduktan sonra bunu talebelerime de tavsiye ettim. Ortalama talebeye göre tavsiye ettiğim esas ve yardımcı ders kitaplarından daha yukarda kitapları tercih edip okurlarsa bundan memnun olacağımı söylerdim. Daha lise talebesi iken Edebiyat Fakültesi’ne gidip gelmeye başlamıştık. O yıllarda üniversitelerin, fakültelerin kapıları açıktı. Kimseye ‘Kimsin!’ diye sorulmazdı. Her taraf açıktı.

Hangi yıllardan söz ediyoruz?

Benim İstanbul İmam Hatip Okulu yıllarım 1969 – 1973 arası. Sonra yüksek tahsil. 70’lerin ikinci yarısında dengeler bozulmaya, üniversiteler şiddet de içeren ideolojik bölünmelere uğramaya başladı.

Arkadaşlarınız da sizin kadar aktifler miydi?

İmam Hatip Okulu’nda sadece belli yerlere giden, bir cemaate, tarikate mensup arkadaşlarımız da vardı. Sayıları azdı ama varlardı ve biz onları tanırdık. Nereye gidecekleri, kimi dinleyecekleri zaten belliydi. Bunların dışında herhalde talebelerin en az üçte birinin bu tür konuşma ve sohbetleri takip etme ilgileri vardı diyebilirim. Fakat arkadaş çevrem geniş olmasına rağmen ne İmam Hatip yıllarımda ne de Yüksek İslam Enstitüsü senelerimde sahaflara, kitapçılara birlikte gidip geldiğim daimi arkadaşlarım pek olmadı.

Siz o yaşlarda sahaflarda hangi kitapları arıyor, alıyordunuz?

Esas sebep kitap ilgisi. Kitap ilgimiz erken teşekkül ettiği için kendi çapımızda kitap ve mecmua takibine başlamıştık. Ayrıca kitap bilgi ve ilgimizi genişletiyorduk. İmam Hatip Okulu’nda Osmanlıcayı teşvik eden bir ortam yoktu. Farsça, Arapça dersi var. Batı dili de vardı. “Bir ölçüde Arapça, Farsça biliyoruz, Osmanlıcayı zaten okuruz, anlarız” gibi yaygın bir intiba hakimdi. Hocalarımızdan da böyle düşünenler vardı. Kesinlikle doğru bir kanaat değil bu. Onun için İmam Hatip, İlahiyat Fakültesi ve Yüksek İslam Enstitüsü mezunu olanların kâhir ekseriyeti, özel emek vermedilerse, Osmanlıca seviyesi yüksek bir metni okuyup üst düzeyde anlayamaz. Ben Osmanlıca öğrenmenin önemini sahaflara gidip gelirken öğrendim ve kendimce önemsemeye başladım. Tarih okumam da buna katkıda bulundu. Matbu metinlerden öte yazma eserler ve divani yazı dahil her türden belge okumaya başladık.

Sahaflardan ne alıyordunuz?

Evrakla, şimdi efemera dediğimiz türle pek uğraşmadım. Yazmaların öneminin farkındaydım, görüyordum ama fiyatları bütçemize uygun değildi. O zaman bile Sahaflar Çarşısı yazma cennetiydi dense yeridir. Yazmaların bir kısmı ayrı raflarda dururdu. Özellikle medrese yazmaları, kara kaplı kitaplar ise dükkân köşelerinde, yerde ve bol miktarda olurdu. Çok kıymetlileri raflara çıkardı. Çokça hat alabilirdim. Mebzul miktarda hat geliyordu sahaflara. Ama alıp nerede muhafaza edeceksiniz? Yatılı olduğumuz için yerimiz de, ayrıca maddi imkanımız da yoktu. Dolayısıyla Osmanlıca veya Latin harfli kitaplar ve dergiler alıyordum. Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad, Beyanü’l-Hak koleksiyonlarıyla ilgilenmem lise yıllarına kadar gider. Mütevazi harçlıklarımızın elverdiği ölçüde Osmanlıca risaleler almaya başladım. Bir kısmının üzerine aldığım günün veya yılın tarihini ve fiyatını yazmışım, hâlâ kütüphanemde duruyorlar. Fakat o yıllarda sadece kitap bakmak, dergi görmek ve almak için gitmezdik. Sahaflar Çarşısı bizim için mektep gibiydi. Sonradan kim olduklarını öğreneceğim insanlar gelirdi. Seyfettin Özege’yi o yıllarda tanıdım. Herkesin hürmet ettiği biriydi. Şinasi Akbatu’yu, Ziyad Ebuzziya’yı, Necmettin Hilav’ı hep oralarda gördükten sonra tanıdım. Edebiyat Fakültesi’nin birçok hocası da geliyordu. Onlar daha ağır adamlardı, çok kalmazlardı. Kitapların bir kısmının adını ilk defa onlardan duyuyor ve zihnime kaydediyordum. Bir de sessiz sadasız iyi kitap takipçileri vardı, onların aradığı kitaplara da dikkat kesilirdik. Raflara bakınırken, umumiyetle ayaküstü sahaf sohbetlerinden de çok istifade ettim.

İsmail Kara - 1995

[İsmail Kara – 1995]

Bu isimler ne alıyorlardı? Hangi eserler takılıyordu dikkatinize?

Sahaf takipçilerinin çok farklı ilgileri ve hassasiyetleri olur. Bazıları Müteferrika baskıları toplar. Kimi taşrada, Adalar’da basılmış risâlelerin meraklısıdır. Cilt seçer, temiz nüsha arar. Hangi kitabın, hangi baskısının daha tam ve kıymetli olduğunu bilir. Bazıları hatırat yahut mahalli tarih araştırmaları hakkında nadir bilgilere sahiptir, taşbaskı matbuata daha bir dikkat kesilir… Daha önce hiç dikkatinizi çekmeyen, bilmediğiniz bir alanı duyup öğreniyorsunuz. Bu ilgi ve bilgi, belki aynı zamanda zevk genişlemesi demek.

En çok devam ettiğiniz sahaflar kimlerdi?

Sahaflar Çarşısı’ndaki dükkanların hepsine bakardım ama her seferinde hepsinin içine girmezdim. Girmediklerimizin çoğunda kitap çeşitleri bize göre değildi veya sahibinden hoşlanmazdık. Muzaffer Hoca’nın (Ozak) dükkanına, Ergin Kitabevi’ne mutlaka uğrardım. Aslan Kaynardağ’a giderdim. İsmail Akçay Bey’in Nihal Kitabevi de ziyaret ettiklerim arasındaydı. Seyfettin Bey herhalde en rahat burada ve Beyaz Saray’daki Enderun Kitapevi’nde çalışırdı veya ben en çok oralarda çalışırken rastladım. Bir zamandan sonra Ekrem Karadeniz’in dükkânı da ara sıra uğrak yerlerimizden biri oldu. Sahafların birkaçı ellerine geçen Osmanlıca eserleri ve nadir, taşra baskısı, Adalar baskısı kitapları ayırır, “Seyfettin Bey görsün, ondan sonra satışa sunalım” derlerdi. Seyfettin Bey gelir gelmez çantasını açar, cetvel ve kalemlerini çıkarır, işine otururdu. O arada soru soran olursa cevap verir. Çoluk çocukla bile çok nazik bir dille konuşurdu. Neredeyse her zaman kravatlı olurdu… Necati Alpas amcanın dükkânını özellikle yâd etmek lazım. Onu yazdım da. Çok mübarek biriydi Necati Amca. Dükkânı muhtemelen en çok ve en karışık kitap olan yerdi. Kitapları tasnif etmezdi. Bilerek yapmazdı bunu. Çocuk yaşlarda olmamıza rağmen bize de katlanır, para konusunda güvenirdi. Hiç unutmuyorum, bir gidişimde Beyanü’l-Hak dergisinin temiz, orijinal dört cildine rastladım. Tam koleksiyon alamıyoruz, paramız yetmiyor. Tamamı yedi cilttir o derginin, dört cildi var orada. Kendi cildinde, temiz. “Bu ne kadar Necati Amca?” dedim. “Elli lira!” dedi.

Ne kadar bir para sizin için o rakam?

Çok büyük bir para. O yıl yurdun senelik ücreti bin lira. Haftalık harçlığımız on, on beş lira. Yavaşça yerine koydum tabii. “Onları al evladım.” dedi kendine mahsus tebessümle. “Bu işlerle uğraşıyorsun belli. Sana çok lazım olacak bunlar.” Takip etmiş, neyle uğraştığımın bir şekilde farkında. Kayıt falan tutmadı, param oldukça peyderpey ödedim. Bir gün, “Bitti Necati Amca!” dedim. “Tamam.” dedi. Bittiyse bitti! O dergileri hâlâ kullanıyorum, Necati amcayı rahmetle yad ederek tabii. Elli lirayı da yazdım ilk sayfasına. O yıllarda sahafların hoş bir tarafı daha vardı. Düzenli gelip gidip insanların, hocaların neyle uğraştığını bilir, onlara kitap ayırırlardı. Biz gittiğimiz zaman bazen “O kitapları şu kişi için ayırdım. Bakın ama şimdilik satılık değil. O almazsa alabilirsiniz.” derlerdi. Kime ne ayırıyorlar diye bakardık. Benim gittiğim zamanlarda kendisi için kitap ayrılan kişiler arasında İsmail Erünsal ve Turgut Kut vardı. Osman Öztürk Mecelle çalışıyordu. Mecelle’yle ilgili kitaplar ona ayrılırdı. Edebiyat Fakültesi’nden, İktisat’tan, Hukuk’tan bazı hocalara da kitap ayrılırdı. Sahaflar serbest, açık ve biraz dağınık bir mektep gibiydi.

Sahaflarda kurulan sohbet meclislerine katılır mıydınız?

Enderun’da sohbet meclisleri olurdu. Enderun, adını andığımız dükkânların hepsinden sonra açıldı ama bir açık mektep, sohbet meclisi haline gelmeyi kısa zamanda başardı. O küçük mekâna çok insan, çok dostluk ve muhabbet, kitap sevdası sığardı. Dedikodu da… Rahmetli İsmail Özdoğan’ın da himmeti çoktur. Ondan da rahatlıkla taksitli kitap, mecmua koleksiyonu alırdık. Çayı, pideleri ve lor peyniri de iyi idi. Beyazsaray’da sahaf olarak bir de İbrahim Subaşı hoca vardı. Arapça ve Osmanlıca kitaplar bakımından zengindi dükkânı.

Buralarda gördüğünüz kitaplar, duyduğunuz çalışmalar ilgi alanınızı genişletti mi?

Hiç şüphe yok. O yaşlarda ilgi alanı genişlemesi çok mühim. Oralarda İlahiyat’ın yahut Tarih’in hakkını vermek için alanın dışına taşmak gerektiğini bir şekilde hissettiğimi söyleyebilirim. İstanbul İmam Hatip Okulu Fatih Külliyesi’ne yaya on beş yirmi dakikalık mesafedeydi. Hiçbir hoca bizi Fatih Külliyesi’ne götürüp gezdirmedi. Fener Rum Patrikhanesi’ne, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne götürürlerdi. Oralara götürmeleri fena değil ama Fatih Külliyesi’ni ben sonra kendim anlamaya, tanımaya başladım. Hocaların böyle geniş ve derin bir ilgisi yoktu. Derin anlamda tarihten, kültürden kopuklukla alakalı bir durum bu zannediyorum. “Çocuklar Sultanahmet’e gittiğiniz zaman Sultanahmet Camii’ne, Ayasofya’ya bakın ama aradaki yapı Mimar Sinan’ın yaptığı bir hamamdır, oraya da bir bakın.” veya okul ve yurdumuzdan iki adım ötede “Çarşamba’daki Murat Molla Tekkesi’ni gidip bir görün, Cevdet Paşa orada Mesnevi dersleri okudu” diyen olmadı. Halbuki hocalarımızın bir kısmı mesleki olarak iyi ve idealistti, ayrıca hep birlikte vatanı kurtaracaktık!.. Bu alanların bir kısmının farkına Sahaflar Çarşısı’nda, kitaplar arasında vardım. İçinde yetiştiğim ve çok şeyimi borçlu olduğum kurumların kurucu fikri hakkında hayal meyal ilk sorgulamalarım da böyle başladı zannederim.

Tarih çalışmalarınız için bir dönem belirlemiş miydiniz?

Esas sertifikam Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi’ydi. İyi dersler aldım. Tarih koridorunun büyük hocalarına yetişen şanslı son nesilden sayılırım.

Hocalarınız arasında kimler vardı?

Tayyip Gökbilgin, Bekir Kütükoğlu, Şahabettin Tekindağ, Münir Aktepe, İbrahim Kafesoğlu, Fikret Işıltan, Cengiz Orhonlu, ki bizim de olduğumuz bir gün kalp krizinden vefat etti. Mübahat Kütükoğlu zaten ana sertifika hocalarımızdan biriydi, en çok istifade ettiklerimden biri odur.

Tarih bölümünün derslerine devam edebildiniz mi?

Tabii ettim. İkinci eğitime kaydoldum. Ali Temel arkadaşımla Enstitü’den çıkıyor oraya gidiyorduk. Yüksek İslam Enstitüsü Bağlarbaşı’nda, şimdiki Marmara İlahiyat’ın yerindeydi. Oradaki eğitim saat iki’de, üç’te bitiyordu. Lise gibi yoklama alınıyordu her gün. Devlet yatılısı olduğumuz için yurtta kalıyorduk, yurdumuz da oradaydı. Oradan çıkıp Edebiyat Fakültesi’ne yetişiyorduk.

Hangi yıllardan bahsediyoruz Hocam?

1973 – 1977 arası, hem Yüksek İslam Enstitüsü hem de Tarih’te okuduğum yıllar. Tarih’te yardımcı sertifikaları bitirmiş olmama rağmen son sene ana sertifika imtihanlarına giremedim. Dergâh Yayınları’nda çalışmaya başlamıştım.

Ne zaman başladınız Dergâh’a?

Daha Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olmadan. 1977’de son sınıftayız, Haziran’da mezun olacağız. Mart ayında Yüksek İslam Enstitüsü’nde boykot oldu. Bir ay kadar sürdü. Okul kapandı. 1969 baharından itibaren Hareket dergisine gidip geliyordum. Bir gün Ezel Ağabey (Elverdi), beni çok yorgun görmüş olacak ki “O işlerle uğraşma! Gel burada çalışmaya başla. Açıldığı zaman gider bitirirsin.” dedi. Nisan’da, okul daha bitmeden Dergâh Yayınları’nda çalışmaya başladım. Pazartesi gidip masaya oturur oturmaz önüme matbaa aşamasında iki kitap kondu. Biri zaten takip ettiğim ağabeyimin Tekkeler ve Zaviyeler kitabı, diğeri de Süleyman Uludağ’ın İbn Haldun’dan tercüme ettiği Tasavvufun Mahiyeti.

İsmail Kara, Ezel Erverdi ve Metin Erksan ile Dergah Kitapçılık vitrini önünde

[İsmail Kara, Ezel Erverdi ve Metin Erksan ile Dergah Kitapçılık vitrini önünde]

Editörlüğün nasıl yapılacağını öğrettiler mi?

Yok! Zaten bugün anladığımız mânada editörlük henüz Cağaloğlu’na gelmemişti. Editör, redaktör kelimeleri de pek kullanılmaz, musahhih ve tashihçi denirdi. Her yayıncı biraz tashihçilikten ve kağıttan, matbaa işlerinden anlardı. Dergâh ansiklopedi yayıncılığına da başladığı için bu bakımdan daha iyi bir konumda idi. Dışardan teknik tashih elemanı çalıştırıyordu. Ama ben daha önce de yayınevine gidip gelenlerden biriydim. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’ndeki bazı maddeler, bazı kitapların dini ve tarihi konulardaki problemleri için “Şunu bir oku.” yahut “Şuraya bir bak!” derlerdi. Bir iki madde yazmışlığım da vardı. Böyle şeyler yapıyordum ama teknik tashih, editörlük, redaktörlük, katrat cetveli, punto, hurufat karakterleri bilmiyorum. Masa başına oturduktan sonra, işin içinde, yolda öğrendim. Yatkınlığım olduğu için çabuk öğrendim zannederim. Mustafa Kutlu’yla, D. Mehmet Doğan, Ezel Erverdi ve Ahmet Tabakoğlu’yla beraber çalışıyordum. Bunlar aynı zamanda tashih ve editörlük de yapıyorlardı.

Okuldan mezun olabildiniz mi?

Tabii. Okul açıldı, Yüksek İslam Enstitüsü imtihanlarına girdim ve mezun oldum. Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde ise iki senelik yardımcı sertifikaları vermiştim. Esas sertifika ise üç senelikti ve üç senenin tamamından imtihana giriliyordu. Ara imtihan yoktu. O imtihana girmedim. Gidiş o gidiş… Çok sonra, 1986’da biraz da Mübahat Hoca’nın ısrarıyla mezun oldum Tarih’ten. Her karşılaştığımızda “ihtiyacın yok ama gel bitir” diyordu. Mezuniyet tezim, yazma bir teşrifat defterinin 100 sahifesi idi. Dergâh Yayınevi de benim için üçüncü bir mektep oldu. Beraber mesai sarfettiğimiz ağabeylerden ayrı olarak çok kıymetli ve hususiyet sahibi insanlarla, hocalarla tanıştım, sohbet ettik. Eserleri, yazıları, ansiklopedi maddeleri üzerinden birlikte çalıştık. Mehmet Kaplan, Osman Turan, Tahsin Banguoğlu, Orhan Okay, İnci Enginün, Orhan Şaik Gökyay… İsmet Özel’i hususen ve apayrı bir yerde zikretmeliyim. Bunların bir kısmı hakkında da mufassal portre yazıları yazdım.

İsmail Kara, Yeni Şafak Gazetesi’nde yazarken Mustafa Kutlu, Mustafa Özel ve İsmet Özel ile - 1996

[İsmail Kara, Yeni Şafak Gazetesi’nde yazarken Mustafa Kutlu, Mustafa Özel ve İsmet Özel ile – 1996]

Algıları açık bir gençsiniz ve çok erken yaşlardan itibaren insan seçmeye başlamışsınız. Herkesi dinlemiyorsunuz. Sizi Nurettin Topçu’ya talebe olmaya ikna eden neydi?

Hoca’yla on dört yaşında karşılaştım. Kulaklarımda büyük kısmı ağabeyim üzerinden teşekkül etmiş müspet şeyler var. İmam Hatip’teki bir kısım hocalar da Nurettin Bey’in talebesiydi ve ona büyük bir meftuniyetle bağlı idiler. Fikirlerini ne kadar anlarlardı, hangi düzeyde benimserlerdi bu ayrı bir bahis. Hoca’nın üzerimde ilk olarak hissi ve ahlaki etkileri olduğunu söyleyebilirim. İlk ziyaretimi hatırlıyorum. Ağabeyimin tarifiyle yalnız gitmiştim. Hareket dergisinin küçük bir odası vardı. Sultanahmet, Divanyolu Caddesi, Ersoy Pasajı, giriş kat. Solda, ortada bir bina… On metrekare falandı herhalde. Küçük ve kapalı bir oda, dışarıya açılan penceresi yok. Hoca gelecek, nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum. Herkes ayağa mı kalkacak? Ne olacak? Nihayet Hoca geldi, kimse ayağa kalkmasın istercesine taburelerden birine hızlıca ilişiverdi. Bundan çok etkilendim.

O toplantıya katılanların yaş ortalaması kaçtı?

Hepsi benden büyüktü. O gün yaşı bana en yakın herhalde Cahit Çollak rahmetli idi, 1951’li olduğuna göre 18 yaşında. Ağabeylerin en yaşlısı Ezel ağabey 1943’lü yani 26’sında. Kayserili Mehmet Doğan, Yaşar Nuri Öztürk onlar da yakın yaşta. Daha sonraki gidişlerimde 1930’larda doğan Emin Işık gibi daha büyüklere de tesadüf edecektim.

Daha on dört yaşındasınız. “Bu çocuğun burada ne işi var?” demediler mi?

Mustafa Kara’nın kardeşiyim, onu söyleyerek içeri girdik. Fakat hiçbir yabancılık hissetmedim diye hatırlıyorum. Rahat, sıcak, samimi, tekellüfsüz bir ortamdı.

Neler konuşuluyordu o toplantılarda?

Sohbette Hoca hepsi benden büyük olan bu ağabeylerin sorularını cevaplıyor. Fakat o arada latife kabilinden hikayeler anlatıyor, espri yapıyor bazen. Güncel meseleler de sorulurdu, kitap ve kişi de sorulurdu. Arkadaşlar bu bakımdan eşit değildi. Bir kısmı daha cesurdu. Hoca’nın bu soruları eşit seviyede karşılaması ve cevaplaması dikkatimi çekerdi. Bazen espri yapardı ama atladığı ya da geçiştirdiği soru olduğunu hatırlamıyorum. Ben doğrudan soru sorma cesareti gösteremedim, soruları ve cevapları dinledim. O zaman not alma kültürüm yoktu, keşke olsaydı. Hafızası iyi olan Ahmet Tabakoğlu, Ali Birinci gibi Hoca’dan çok anekdot hatırlayanlar var. Ali Birinci Ankara’daydı. Sahaf takipçisi olduğu için harçlığını ve vaktini ayarladığı ilk fırsatta İstanbul’a gelir, sabah erkenden sahafları dolaşırdı. Öğleden sonra Hareket dergisine gelir, toplantıdan sonra tekrar sahaflara gider ve otel masrafı yapmamak için akşam Ankara’ya dönerdi. Emin Işık’ın hafızası da çok iyiydi. Hoca’dan duyduklarını tekrarlar ve anlatırdı. Nurettin Hoca ile alakalı kitabını çok geç yaşta yazdı. O kitabı insanlar çok zevkle okudular tabii ama Emin Hoca’nın anlatması ve yazması gerekenler zaviyesinden eksik bir çalışma oldu. Kitabın editörlüğünü bilerek ben üstlendim, kendisiyle de bu meseleleri konuştuk. Problemleri ve tamamlanması gereken kısımları yazılı olarak da sözlü olarak da ilettim ama vefatıyla sonuçlanan rahatsızlıkları başlamıştı, onun için yapılabilecek fazla bir şey yoktu.

Hareket’teki sohbetlerin seviyesi size ne kadar hitap ediyordu?

Sohbetlerdeki seviye herkese bir şekilde hitap ediyordu demek doğru olur sanırım. Herkes seviyesine göre anlıyordu. Nurettin Hoca muallim olduğu için yılların tecrübesiyle bunu çok iyi ayarlıyordu. Hocanın eserlerinin çoğu deneme tarzında olduğu için okuduğum zaman onlardan da bir şeyler anlıyordum. Okuma kültürü olan her insan bunları okur ve kendince istifade eder. Fakat daha sonraki zamanlarda okudukça, ki zaman zaman yeniden okuyorum, çocuk yaşta anladıklarımın seviyesini de bir şekilde görüyorum. Nurettin Topçu’nun metinleri bütün büyük mütefekkirler gibi kademeli ve önü açık metinler. Herkese hitap etme şansı var, ama bu herkes o metnin seviyesinde anlar manasına gelmez elbette. Herkes anladığını düşünür, bir anlamda doğru fakat kendi seviyesine göre… Yaş ilerledikçe insan “Keşke Hoca hayatta olsaydı da bunları müzakere imkânı doğsaydı.” diye yanıyor.

Bir kitabınıza; Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam ismini verdiniz. Bu başlık sizin bütün akademik çalışmalarınızı kapsıyor aslında. Bu mevzu ne zaman girdi gündeminize?

Yüksek İslam Enstitüsü’nde ve Tarih’te okurken kimseye pek söylemedim ama kelam ağırlıklı İslam düşüncesi çalışacağıma karar vermiştim. Bu istikamette okumalar yapıyordum. Hatta mümkün olur, yapabilirsem tez konusu olarak da iman-amel ilişkisi çalışmak istiyordum. Sonra kelamla sınırlı olan ilgimi belki biraz da tarih eğitimi dolayısıyla İslam düşüncesi olarak genişlettim. Bunun içerisine tasavvuf girdi, felsefe girdi, ahlâk girdi, dil ilimleri girdi.

Çerçeve ne zaman genişledi?

Daha okuldayken genişlemişti herhalde ama ne kadar genişleyebilirdi? Talebeyken çalışacağım konuları kendimce yokluyordum. Çok zor olduğunu bilmeme rağmen aklımda iki şey de var; yüksek tahsili bitirdikten sonra bir yıl Paris’e, bir yıl Kahire’ye gideceğim. Arapçamı ve Fransızcamı yazıp konuşacak düzeye çıkaracağım. Bu olmadı tabii, onun için oralara turist gibi birkaç günlüğüne gitmeyi de hiç içime sindiremedim. Bir de, İslam düşüncesi çalışırken bugünden geriye giden bir çizgi mi takip edeceğim yoksa geriden bugüne mi geleceğim? Bunları şöyle böyle düşünmeye başlamıştım. 1977’de mezun oldum, 78’de bu konuları kendimce çalışmaya, yazmaya başladım.

Yüksek Lisans yapıyor musunuz o tarihte?

Nerde! Dergâh’taki işler çok yoğundu. Yüksek Lisans’a ancak Türkiye’nin ekonomik şartları dolayısıyla 1986’da Dergah’taki işler hafifleyince başlayabildim. O tarihe kadar sadece iki yarım gün öğretmenlik ve gerisi yayıncılık var. 1980 Eylül’ünden itibaren haftada iki yarım gün St. Pulcherie Fransız Kız Ortaokulu’nda Din Dersi öğretmenliği de yapıyordum. 09.00 – 17.00 mesaisi yapmıyoruz. Günlerimiz dolu ve yorucu. Ben kendi çalışmalarımı gece 03.00’lere kadar ayakta kalarak yürütebiliyorum. Gündüz pek vaktim yok.

Sahaflar Kitabın - İsmail Kara

Kitap çalışmalarınız başlamış mıydı?

Tabii. Yazılar da yayınlıyorum. Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi’nin birinci cildi 1986’da, ikinci cildi 1987’de çıktı. Henüz akademik kariyerim yok. Kitap büyük bir ilgiyle karşılandı. Yüksek Lisans’ta derslerine girdiğim hocalar da kitabı biliyorlardı. Bana talebe muamelesi yapmadılar. İlahiyat Fakültesi’nde ilgilendiğim konular itibariyle çalışacağım hoca olmadığı için doktoramı İstanbul Siyasal’da yaptım.

Üniversitede çalışmaya ne zaman başladınız?

O çok daha sonra. Doktoramı 1993’te tamamladım. Doktorayı bitirdikten sonra Bekir Karlığa “Yüksek Lisans ve Doktora derslerine gelir misin?” dedi. Pek de mutad olmadığı veçhile Marmara İlahiyat’ta yüksek lisans ve doktora derslerine dışardan gittim. Ahmet Tabakoğlu da Ortadoğu ve İslâm Ülkeleri Enstitüsü’nde ders teklif etti. Onlara da gittim. Sonra hocalık teklifi geldi. Kadrolu hocalığa 1995’te başladım. O zamana kadar 18 sene aralıksız ve her manasıyla tam zamanlı Dergah’ta çalıştım.

Çalışma başlığınız Türkiye’de İslamcılık düşüncesi. Bu mesele Türkiye’nin meselesi mi? Osmanlı’nın bir İslamcılık gündemi yok muydu?

Var tabii. Benim çalışmam Osmanlılar’ın son dönemiyle başlıyor. Cumhuriyet Türkiyesi’ne de yansıdığı için başlık ‘Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi’. Kronolojik olarak kitaba son aldığım kişilerden bazıları 1960’a kadar yaşıyor. Bediüzzaman’ın vefatı 1960, Şemsettin Günaltay’ın vefatı 1961, Akseki 1954’e kadar hayatta… Daha sonraki çalışmalarımda konuların el verdiği veya ihtiyaç gösterdiği ölçüde meseleleri geriye doğru da çekmeye çalıştım. Esas çalışma alanım giderek on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl çağdaş İslam düşüncesi ve çağdaş Türk düşüncesi oldu. Çalışmalarım bunlarla sınırlı değil aslında. İlgi alanlarım dolayısıyla çevrede bir sürü konu var.

“Türkiye’de her mesele dinle ilgilidir!” diyorsunuz ısrarla. Nasıl oluyor da resmen laik, sosyolojik olarak giderek sekülerleşen bir toplumda her mesele dinle ilgili oluyor?

Bizde laikler de seküler olanlar da bir şekilde veya kendince dindardır. Buna dikkat etmek lazım. Kutuplaşmalar da esas itibariyle din üzerinden yaşanıyor. Bu meseleyi anlamak için birkaç kademeden bakmak uygun olur. On dokuzuncu yüzyıldan beri değişmeyen ana çizgi şu; İslam dünyasında, Batı’dan farklı olarak, dinle beraber götürülmek iddiasında bir modernleşme var. Bu bakımdan Osmanlı, Türkiye ve İslam dünyasının diğer coğrafyalarındaki modernleşme Batı Avrupa modernleşmesinden ciddi bir şekilde ayrılıyor. Bu ayrılık bugün de devam ediyor. Dindarlar da sekülerleşiyor ama dindarlık iddiaları değişmiyor. Birinci hat bu. Bir alt hatta indiğimiz zaman, modernleşme süreçleri en geniş manasıyla yeni bir İslam yorumu, yeni bir dini hayat istiyor. İtikattan, ibadetten, ahlaktan, günlük yaşamadan, giyim kuşamdan, yiyip içmeden, mimariye, ticarete kadar… İmam Hatip Okulları, cemaatlar ve başörtüsü meselesi yeni dindarlaşmayla alakalı olduğu kadar modernleşme ile alakalıdır. İslamcılık dediğimiz şey, modernleşmeyle dinileşmeyi birlikte götürme iddiasında ve arayışında olan hattın istediği yeni İslam yorumunu da inşa ediyor. Onun için “İslamcılık modern bir harekettir!” diyoruz.

İslamcılık sanıldığının aksine siyasal değil toplumsal bir hareket yani!

İnsanları bu konuda yanıltan hususlardan biri de İslamcılık düşüncesinin siyaset ağırlıklı olarak görülmesidir. Şuna sürekli vurgu yapıyorum, siyaset önemli bir damardır fakat bütün bir İslamcılık ve dindarlaşma arayışları siyasete indirgenerek anlaşılamaz. Bu yeni İslam yorumu tek tip değil. Çok modernist olanlar var, daha gelenekçi olanlar var. Ama hepsi aynı çatının altında. İnsanlar düz bir değerlendirmeyle bugünkü tarikat ve cemaatlerin hepsine geleneksel yapılar diyor veya laik ve seküler olanları dindarlığın dışında düşünüyor. Bu çok eksik ve büyük ölçüde yanlış bir değerlendirme. Bu bakışla Türkiye’de ve İslâm dünyasında olan biten hak ettiği düzeyde anlaşılamaz. Gelenekte böyle yapılar da böyle anlayış ve davranışlar da yok.

Bu yapıların kendi içinde bir asgari müştereği var mı?

İslamcılık düşüncesinin, yeni dindarlaşma hareketlerinin kurumsallaşması ve eğitimli zümrelerdeki yaygınlığı, geleneksel din anlayışıyla, halk Müslümanlığıyla sürtüşmeler, gerilimler ortaya çıkarıyor. Cemaat ve tarikat yapıları da modernleşiyor ama aralarında mesafeler var. Buradan yola çıkılarak teferruattaki ayrım esas ayrım seviyesine yükseltiliyor. Bu usul hatasıdır, yanlış ve yanıltıcıdır. Bu kademelerin tamamını göz önünde bulundurduğunuz zaman geldiğiniz nokta şu; Türkiye’de ve İslam dünyasında geniş manasıyla dini dışarda bırakarak ele alabileceğiniz, tartışabileceğiniz hiçbir konu kalmıyor. Laikler için de geçerli bu durum. Laik ve seküler insanlar arasında cami yaptıran, Cuma namazına giden, beş vakit namazını kılan, orucunu tutan kimse yok mu? Var, hem de ne kadar! Türkiye’de organ bağışını fetva almadan yaygınlaştıramazsınız! Aile planlaması da öyle. Faizsiz finans kurumları niçin girdi Türkiye’ye? Nereden çıktı bu kurumlar? Bu sahada ilk kitapları kimler telif etti, ilk tercümeleri kimler yaptı? Bankacılık sistemi yerleşmişti ama artma eğiliminde olan dindarların sermayesini, tasarruflarını sisteme dahil edebilmeniz için yeterli değildi. Onun için finans kelimesiyle herhalde gerçekte “faizli” ama görüntüde, teknik açıklamalarda faizsiz yeni bir alan açıldı.

Ne zaman ortaya çıktı bu arayış?

Ne zaman biliyor musunuz? 12 Eylül döneminde, Atatürkçü paşaların marifetiyle ve petrodolarlarla. Sonra banka oldular. Biraz ayıp kaçtı, yahut sır, hile faş oldu dediler herhalde. Şimdi Katılım Bankacılığı gibi yumuşak bir yol buldular.

İlmi çalışmalarınız yanında çok lezzetli bir edebi dille kaleme alınan portre yazılarınız ve kitaplarınız var bir de. Bu metinler nasıl ortaya çıktı?

Erken yaşlardan itibaren farklı yazma biçimlerini, ne kadar başarılı örnekler ortaya koyduğumdan bağımsız olarak önemsedim diyebilirim. Yüksek tahsil talebeliğimin sonlarından itibaren üslubun öneminin farkındaydım. Dergâh’ın ve kitap takipçisi olmamın önemli bir payı olmalı bu farkındalıkta. Tanpınar’ın 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi kitabını okuduğum zaman da çok etkilenmiştim. Çünkü o, bildik manada akademik bir metin değil ama aynı zamanda akademik bir metin. Bu nasıl mümkün oluyor? diye o yaşta kendimce düşündüm. Şair, roman ve deneme yazarı olmasıyla alakalıydı herhalde bu farklılık ve başarı. Deneme ve portre yazıları, düşünceleri buralardan ortaya çıktı herhalde. Benim için portre yazılarının iki ayağı var. Birincisi kaderin sevkiyle önemli ve hususiyet sahibi insanlar tanıdım. Hepsi akademisyen, fikir adamı ya da edebiyatçı değildi. Bu insanlarda ilim, fikir, sanat, dahil olmak üzere hayatın anlamı ve yaşamak konusunda kendimce önemli tutamaklar müşahede ettim, gördüm, bir miktar da anladım. Bunları yazmalıydım. İkincisi portre yazılarının içinde olup bitenler aynı zamanda düşünce tarihiyle de irtibatlı konulardı benim için. Bugün itibariyle vahlandığım hususlardan biri, karşılaşmalardan gerektiği ölçüde not tutamamış, düzenli ve detaylı şekilde günlük yazamamış olmaktır. Meşgalelerim ve hayatımın akışı buna pek müsaade etmedi. Tuttuğum notları yetersiz buluyorum. Yine de yazdığım metinlerde bunları kullanıyorum.

Ara ara da olsa günlük yazdınız, öyle mi?

Öyle denebilir, yetersiz de olsa hâlâ yazıyorum. Son çıkan deneme kitabım İçimden Geçen Günler’deki yazıların ilk cümleleri yıllar önce tutulmuş günlük notlarıdır. Bazılarını orada bırakmıyorum. O küçük, mütevazı günlük notuyla başlayarak zaman içinde bir problemi tartışıyor, bir hikâyeyi takip ediyorum. Portreler şimdilik iki cilt oldu. Ömrümüz vefa ederse birkaç cilt daha olacak zannederim. Bu yazıları kaleme alırken zannediyorum ki portre yazıcılığını da biraz geliştirdim. Çünkü bu metinleri, bir portre / deneme yazısının el verdiği ölçüde, esas ilgilendiğim düşünce tarihi meseleleriyle de ilişkilendiriyorum. Bazılarının dipnotları var, göndermeleri var. Burada birkaç şeyi yapmak istiyorum. Biri mesleğimle alakalı, onu şimdilik geçelim. İkincisi, Anadolu’nun, Anadolu insanının, kültürün, dilin zenginlikleri ve imkânları büyük ölçüde kaydedilmeden kayboldu, kayboluyor, maalesef. Bu biraz hatırat ve günlük yazmamakla fakat bence daha ziyade üniversitelerimizin üniversite, kültür ve sanat kurumlarımızın kurum olmayışıyla alakalı. Ben bu portrelerle buna da mütevazı bir kapı aralamak istiyorum. Annem ve babamla ilgili yazdığım uzun metinlerin arkasında bu düşünce de var. Annem gibi mektep medrese görmemiş bir köy kadınını yazarken onun sadece benim annem olarak görülmesini aşmak ve herkesin bir şekilde dahil olabileceği bir köy kadını metni ortaya çıkarmak istedim. Anadolu kadınının din, kültür, dil, yaşama üslubu, tabiatla kurduğu ilişki, insanla münasebetleri bakımından artık kaybolan bir dünyayı vermek. Bu çabanın arkasında benim için bir sorumluluk fikri de var. Bu insanların hepsinden az ya da çok, doğrudan ya da dolaylı istifade ettim. Hukukumuz olan insanlar bunlar. Yazarak bu hukuka da riayet etmeye, hukukumuzun hakkını vermeye çalıştım.

Bu portre yazılarının hemen hepsinden sizi de bir miktar okuyoruz ama sizin kaleminizden müstakil bir hatırat ya da otobiyografi okur muyuz?

İnşallah diyelim. Bunu yapmak isterim fakat çalışmalarım imkân verir mi, bunu bilmiyorum. Hatırat denebilecek epeyce metin yazdım, bunları sürdürüyorum. Henüz kitaplaşmamış, bir kitap hacminde daha portre metni var. Son noktaları konmadığı için bekliyorlar. Analar Kitabı ve Vefeyatname dosyaları da açık. Ama müstakil olarak hatırat yazmaya teşebbüs etmedim şimdiye kadar. Talebelerimden nehir söyleşi yapalım diyenler oldu. Prensip olarak ona da sıcak bakıyorum. Ama ne zaman?

Çok iyi bir arşivcisiniz. Ne zamandan beri bu ölçüde dikkatli ve titizsiniz?

Çocukluktan itibaren böyle bir arayışım vardı diyemem. Belki ağabeyimin babaannemizin sandığından yaptığı ilk kütüphane bir şeyleri başlatmış olabilir. Ağabeyimin sene sonu köye gelirken getirdiği kitaplar arasında büyük harita metod defterlerine yapıştırılmış gazete kupürleri de vardı. Biri Seyyid Kutup kupürleriyle doluydu meselâ. Mahkeme ve idam sürecini takip etmişti. Bir tanesi Muhammed Ali Clay defteriydi. Harika kupürler vardı. Bunların da etkisi olmuş olabilir ama Tarih talebeliğim ve Dergah’ta çalışmaya başladıktan sonra arşiv işinin önemini kavradım diyebilirim. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin arşivi 1973 yılında teşekkül etmeye başlıyor. Yayınevinde fiilen çalışmaya başladıktan bir müddet sonra bu arşivle ve kütüphaneyle uğraşmaktan ayrı olarak, bütün maddelerin matbaaya gitmeden önceki son okumasını da ben yaptım. O yıllarda arşiv için düzenli olarak birkaç gazete ve dergi de alıyorduk. İlgim de vardı şüphesiz. Bir müddet sonra kendi mesleki arşivimi kurmaya başladım. Çalışmalarım açısından çok istifade ettiğim, bereketli bir arşive dönüştü ama başa çıkamayacağım ölçüde de büyüdü, arttı. Bir senedir bu arşivin sadece gazete ve dergi kupürleri Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde taranıp kataloglanıyor. Yakında kısmen hizmete sokulmaya başlanacak. Adı Türkiye’de Dini Hayat Arşivi. Latin harfli gazete ve dergi kupürleri dışındakileri henüz veremedim. Şartlar elverdikçe onları da vereceğim ve peyderpey dışarıya, kamunun istifadesine açılacak diye konuştuk.

Hangi tarihleri kapsıyor bu arşiv?

Şu anda tarama ve kataloglamak için verdiklerimin büyük çoğunluğu Latin harfli. 1928’den bugüne. Çalıştığım, ilgilendiğim alanlar ağırlıklı olarak, fakat öncesine ait şeyler de var. Osmanlıca birçok şey var. Bu malzemeyi de kullanarak hazırladığım, metinlerinin ilk hallerini yazdığım bir kitap çalışmam da var. ‘Resimli Cumhuriyet Din Kitabı’. Derin Tarih’teki yazıları bu kitap istikametinde planladım ve yazdım. Kitapta bunların daha gelişmiş halleri ile ilave yazılar yer alacak. Muhtemelen üç büyük cilt olacak.

Kütüphanenizde hangi alanlarda kitap var?

İhtisas alanlarım, ilgi ve takiplerim dolayısıyla kütüphanemdeki kitapların alan dağılımı çok geniş sayılır. Bir şey daha söylemem lazım; kütüphanemi kurarken, geliştirirken ilerde çocuklarım ve yakın talebelerim de istifade etsin diye düşündüm. Onun için kendi ilgilendiğim ama daha derin çalışmaları benden sonrakilerin yapacağı işler için de kitap aldım, arşiv biriktirdim diyebilirim. Kitap takip eden bir insanın kütüphanesini rahat kullanılabilir bir düzeyde tutması imkân ve yer istiyor. Benim bugün bile bu imkânım tam olarak yok. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebilirim, 1980’li yıllardan itibaren yapmak istediğim çalışmalar için kaynakların çok önemli bir kısmını kendi kütüphanemde bulabiliyorum. Bu şükredilecek bir şey. Böyle olmasaydı işimiz daha zor olacaktı şüphesiz. Ayrıca hâlâ kitap, arşiv malzemesi, görsel takip ediyor ve alıyorum, hâlâ sahaf müdavimi sayılırım.

İsmail Kara kütüphanesinin önünde - 2018

[İsmail Kara kütüphanesinin önünde – 2018]

Şu sıralar hangi konu üzerinde çalışıyorsunuz?

Hikâyesi otuz beş, kırkı yıl geriye giden Türkiye’de Milliyetçilik Tartışmaları başlıklı bir çalışmam var. Bir talebe meslektaşımı, Abdülkerim Asılsoy’u o işe dahil ettim. Birinci cildini bu sene yayınlayacağız. 1904 – 1914 arası milliyetçilik tartışmaları metinlerinin yüz küsuru kronolojik olarak yer alacak bu ciltte. Şu anda aktif olarak uğraştığım işlerden biri bu. Bir diğeri Nurettin Topçu Hoca’nın kitaplaşmamış yazıları. Bir veya iki kitap olacak. Bir taraftan da o gidiyor. Resimli Cumhuriyet Din Kitabı’nın yazılarını yeniden ele alıyorum. Masada bir de Nurettin Topçu biyografisi kitabı var.

Okumaya vaktiniz oluyor mu?

Bizim işimiz okumadan olmaz, düzenli olarak okuyorum fakat okumalarımın büyük kısmı yaptığım çalışmalarla sınırlı oluyor. Bunun yanında hatırat okuyorum. Mesleki olarak yeni çıkan kitapları takip ediyorum. Uzun zamandır masamda durmasına rağmen okuyamadığım kitaplar da oluyor tabii. Hep oldu. Bunların bir kısmını şehirlerarası yolculuklarda okuyorum. Şu anda bir arada okuduğum altı / yedi kitap var herhalde.

Yeni yazarları da takip ediyor musunuz?

Sınırlı veya tesadüfen. Ancak Mustafa ağabey (Kutlu) veya yakınlarımdan biri “Şuna bir bak!” derse yahut bir şekilde hakkında bir yazı okuduysam bakıyorum. Yakın talebelerimin yaptıkları işlere, yazdıklarına da bakıyorum. Yakın zamanlara kadar onların metinlerini okur, tashih eder, mektuplar yazardım. Şimdi o kadar yapamıyorum ama hâlâ takip ettiğim talebelerim var. Talebe dediğim insanların bazıları profesör oldu, meslektaş olduk. Meslektaş olmak metinlerine bakmaya, notlar yazmaya mani değil.

Mustafa Kutlu’yla erken denecek yaşta başlayan, elli yılı aşan bir dostluğunuz ve teşriki mesainiz var. Bitirmeden önce bizim edebiyatçı kimliği ile tanıdığımız Mustafa Kutlu’yu yol arkadaşı ve dost sıfatıyla anlatmanızı rica etsek…

En uzun ve en zor soru sona kalmış… Hayatımın kıymetli, hoş, güzel, bereketli tesadüflerinden biri Mustafa Kutlu ile Dergâh Yayınları’nda uzun yıllar beraber çalışmak, aynı odayı paylaşmak oldu. Yorucu işlerimizin arasında hayatı, güzellikleri, sıkıntıları, bilgi ve ilgileri paylaştık, yayıncılığın, ansiklopedi neşriyatının, dergiciliğin zorluklarını müşterek dostlarımızla, mesai arkadaşlarımızla birlikte aştık. Beraber ve yardımlaşarak çok ve çeşitli işler yaptık, birbirimize omuz verdik. Bunlar bizi daha da yakınlaştırdı. Ayrıca kendisinden doğrudan ve dolaylı olarak çok şey öğrendim; hususen edebiyat alanında. Mustafa Kutlu bulunduğu mekânı rahatlatan ve neşelendiren biridir. Konuşmayı, latifeyi, fıkra anlatmayı sever. Taklitte, hele Erzurumluları taklitte, tuluatta üzerine yoktur. Erzurum’da yüksek tahsilini yapmıştır, oradan çok dostu, arkadaşı vardır. Erzurumluları bütün tipleri ve hususiyetleriyle iyi tanır. Dergâh’ın kurucularından Ezel Erverdi, Ebubekir Erdem, Cahit Çollak da Erzurumludur. Biraz da bunlara takılmak için sohbet yollarını Erzurum’a çevirir. Dost canlısıdır Kutlu üstadımız. Yakın arkadaşları hariç, yaştaşlarından ziyade gençlerle, halktan insanlarla, yaşlılarla sohbet etmeyi tercih eder. Cami cemaatıyla, kahvehane halkıyla, hamallarla, çaycı ile, esnafla, hastabakıcılarla… sigara ve çay eşliğinde uzun sohbetler yapar. Bu hikâyelerinde de vardır malum. Memleketin insanlarını suratından, konuşmasından, eda ve sadasından tanır ve ilk notlarını verir. Acıları, ızdırapları, derin ve örtülü yaraları, sevdaları çabuk farkeder.

[İsmail Kara, Mustafa Kutlu ile Dergah Yayınları yazarları panosu önünde - 2019

[İsmail Kara, Mustafa Kutlu ile Dergah Yayınları yazarları panosu önünde – 2019]

Kolay bir çalışma arkadaşı mı Mustafa Kutlu?

İşleri, arkadaşlarını zora sokmaz. Çoğu uzun süren müzakere toplantılarımızda muhalif fikirlerini açıkça söyler ama alınan karara da en kolay o uyar. Pratiktir, üzerine aldığı işi sıkı takip eder ve kısa zamanda neticelendirmek ister, kolay çıkış yolları ve çözümler bulur. O olmasaydı Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi muhtemelen tamamlanamazdı. Hiç ona göre bir iş olmamasına rağmen o yorucu ve uzun süren çalışmayı tamamladı. Arada kendi tabiriyle “derd-i maişet motoru”nu çalıştırmak için de işler yaptı. Unutkandır, bütün unutkanlarda olduğu gibi bazı şeyleri de hafızası çok kuvvetli olanlardan daha fazla, daha teferruatıyla hatırda tutar… Evcimendir, akşam aynı saatlerde evine döner. Eve iş götürmez. Bir şey biriktirmez, arşivlemek merakı yoktur, okuduğu kitapları bile tutmaz, evinde kendi kitapları bile tam takım çıkmayabilir. Bir sanatçıyı yakından tanımak, beraber çalışmak büyük bir imkândır şüphesiz. Benim için öyle oldu. Hele Mustafa ağabey gibi şen şakrak, rahat, çalışkan, birçok maharete sahip biri olursa… Hikâye ve yazılarının çoğunun ilk okuyucusu olmak gibi lütuf olarak düşündüğüm imtiyazlarım var. Benim metinlerimin de ilk tenkitçisi ve/ya takdirkârıdır. Tenkit ve teklifleri açık ve nettir. Bütün bunların arasında gittikçe derinleşen, renklenen bir dostluğumuz oldu. Bir müddet sonra konuşmadan anlaşacak kadar aramızda hususi bir dil, bize mahsus rumuzlar, işaretler oluştu…

Söyleşi: Ayşe Adlı
Arşiv: Prof. Dr. İsmail Kara
Fotoğraflar: Bahtiyar İstekli

 

Kaynak: Farklı Bakış