Saf Aklın Araçsallaştırılma Dönemi Olarak Mihne

Yazarımız Abdullah Denizhan'ın, Özgün İrade Dergisi 2020 Ocak sayısında yayımlanan yazısı...

Saf Aklın Araçsallaştırılma Dönemi Olarak Mihne

GİRİŞ

İnsan fıtratı gereği güçlü olanın yanında yer alır. Akılcı ruh ve yaklaşım, doruk noktası akıl olan bireysel gücü öne çıkarmasına rağmen doğası gereği aşırıya kaçan bir denemedir ve olanaksızı istemede ısrarlıdır.[1] Akıl hakikati bulmada ehil midir? Ya da daha doğru bir ifadeyle, akıl araçsallaştırılarak bilgiye ulaşmaya ehil midir? Belki, bu sorular üzerine ciltler dolusu Felsefe Tarihi veya Bilgi Felsefesi kitapları yazılmıştır ancak bu konuyu noktalayan herhangi bir görüş mevcut olmamıştır. Bizim ise üzerinde durmak istediğimiz konu, akıl, iktidar tarafından meşruiyet aracı olarak kullanıldığında ne gibi sonuçlar ortaya çıkaracağını anlamaktır. İslam Tarihine Mihne Dönemi olarak geçen süreci öncesi ve sonrasıyla aklın yönetimler tarafından nasıl kullanıldığı sorusunu mantıksal temel kabul ederek cevap aramaya çalışacağız.

1-MİHNEYİ ORTAYA ÇIKARAN SEBEPLER

Hz. Ali ile Muaviye arasında başlayan savaşın sonucu olarak İslam Ümmeti üç taifeye bölünmüştü: Cumhur(selef), Şia ve Hariciler. Şia ve Haricilerin ağırlıklı olarak kendilerini sürekli bir hareket(cehd) kabiline tabii tutup ilmi halkaları ihmal etmesiyle Müslümanlar için takip edilebilecek bir yol onlar tarafından oluşturulmamıştı. Oysa Selef uleması daha sonra kendileri tarafından Ehl-i Bid’at olarak tanımlayacakları taifelerle ilmi tartışmalara girerek, Müslümanlar üzerinde büyük tesirler bırakacaklardı.

İslam düşüncesinde hicri ilk iki asırda hakim olan itikadi düşünce Selef anlayışı idi.[2] Bu ulemanın Emeviler döneminde kabul edilen Cebriyye mezhebinin akidevi esaslarında siyasi iktidarların “Allah tarafından giydirilmiş” birer cübbe olduklarını ve bunların yine onlar tarafından çıkaramayacaklarını ifade etmelerine yakın bir anlayışları bulunması gibi tıpkı adı geçen Selef ulemasının da siyasi işlerden uzak durarak, kendilerini ilmi ortamlarda yetiştirmeye adamaları Emeviler döneminde iktidar-ulema arasında herhangi bir tezat ortaya çıkarmamıştır.[3] Sünni ulemanın belki de yöntem olarak temelinde bulunan lafızcılık ve nasslar konusundaki tutumu halk üzerinde de müthiş bir etki yaratmıştır. Çünkü halkın tamamı ilim halkalarının içerisinde yer alamıyordu ve Sokrates’in diyaloglarında da görüleceği gibi her zaman ham olan bilgileri kabul etmeyi istemekteydi. Hicri ikinci asrın ortalarından itibaren hadis derleme faaliyetleri zirveye ulaşmış ve bununla bağlantılı olarak toplum içinde etkili olan “hadiscilik cereyanı” ortaya çıkmıştır. Kısa bir süre içerisinde kitlesel bir boyut kazanan bu akımın mensupları gittikleri her yerde sayıları on binleri bulan büyük kalabalıklar tarafından karşılanmaktaydılar.[4]  Selef ulemasının bu yöntemi de aslında iktidar dışı kalıp, farkında olmadan halkı arkasına alarak potansiyel bir güce ulaşmaya kadar varmıştı.

Elbette kendisine olası bir güç haline gelme eğilimi bulunan bir hareketin varlığı iktidar tarafından göz ardı edilmezdi. Böyle bir durumla karşılaşan iktidarın genel manada takip ettiği iki hamlesi olmuştur: Ya bu damara karşı çıkarak onu yutmaya çalışacaktı ya da onu kendi içine alıp, eriterek etkisiz hale getirecekti. Ehl-i Hadis’in tarihsel sürecinde bu iki durumla da karşılaşıyoruz. Abbasi halifelerinden Mehdi zamanında İslam Coğrafyasına ciddi bir tehdit haline gelen Maniheizm vb. kültürler entelektüel düzeyde hesaplaşan ve onları zayıflatan aklı ve cedeli çok iyi kullanma kabiliyetine sahip olan alimlerin(Mu’tezili) yerine daha çok halk kitleleri üzerindeki etkileriyle bilinen ve rivayet kültürüne çokça önem veren ilim adamlarının(Selef) yıldızı parlamıştır.

Selef ulemasının söylem yönüyle diğer mezheplerin görüşlerini daha keskin ifadelerle gündem haline getirmeleri ve sıkıca sarıldıkları lafızcılık yöntemiyle de aslında ayet ve hadislerin zahiri manalarına kutsiyet atfetmeleri, onların dinde otorite olmaları yolunda önemli mesafeler kat etmelerine sebep olmuştur. Avamın anlamadığı konular olan akaid gibi meselelerde konuşmayı “Rasulullah ve sahabelerin konuşmadığı” konular içerisinde sayıp bunları konuşanların abes ile meşgul olduklarını ifade etmeleri de yine aynı şekilde halk üzerinde olan otoritelerini daha da arttırmıştır. Ancak bu konular başlayan fetih hareketleri ile zorunlu olarak ortaya çıkan kültür etkileşimleri tarafından bir cevap beklemekteydi… Selefin yorum yapmadığı bu konularda diğer mezheplerin yorum yapmaya başlamaları, toplumda hakim olan Selefi anlayış tarafından bu yeni metodolojiye tepki gösterilmiş ve takip edenleri bid’at ehli olmakla suçlamışlardır.[5]

Oysa ki Hristiyanların teslis anlayışının kökeni içinde de metinlere lafızcılık üzerinden yaklaşan bir görüş vardı. Baba lafzının İncil’deki mecazını, hakikat anlamıyla peder veya daha açık bir ifadeyle doğurtan biyolojik varlık manası vererek, babayı gerçek anlamda baba yapan onun merhameti, koruması, varlığına sebep olması ve varlığının devamını sağlaması ve en önemlisi de terbiye eden olmasıdır ki bu kullanım İsrail oğullarının literatüründe yaygın bir kullanımdı. Muallim ve mürebbilere baba (eb/ âbâ) terbiye edilen o tilmizlere ise oğul (ibn/ebna) denilirdi. Gönüllerinde hastalık olup da ilk akla gelen açık anlama dalanlar nasslardan ve tarihi olgulardan da yararlanarak aşırı bir uca varmışladır.[6] Selefi anlayış hem ilahiyattaki antropomorfik ifadeleri, hem de uhreviyattaki alegorik ve sembolik ifadeleri te’vilden kaçınmıştır. Anlam sadece metnin lafzında açık olandır. Kastedilen de bu anlamdır. Akıl ise sadece şahit olup asla hakim değildir. Belki selef ulemasının bu görüşünü Ebu Hanife’nin yazdığı Fıkhu’l Ekber’in telif edildiği döneme kadar geçerli olduğuna inanmak gerekir. Ancak sahabelerin ve ilk ulemanın ilahiyatla alakalı manası benzeşen müteşâbih ayetleri te’vile kalkışmamalarına aldanmamak gerekir. O dönemlerde yorum ihtiyacı kendisini güçlü bir şekilde hissetirmemiş olmalıdır.[7] İmam-ı Azam ise kendi döneminde var olan Ehli Rey’in, varlığı akıl ile açıklamalarını yanlış bularak nassların da önemini hatırlatması ve aynı dönemde var olan Ehl-i Hadis’in ise yalnızca nasslara bağlı kalmasını ve bu tür temel tartışmalardan uzak durmalarını hatalı kabul edip zamanın ihtiyacına göre meselelerin çözümüne ihtiyaç olduğunu bildirmesi, kendisinden sonra gelecek  kuşaklara bir miras olarak kalmıştır. 

Görüldüğü üzere Ehl-i Hadis’in ilmi olarak zirvede bulunmaları ve onların Emeviler döneminden itibaren adeta dışlanan Mevali’nin ve onunla merkezi otoriteye karşı ortak muhalefet duygusuna sahip Alioğulları ve taraftarlarına karşı öncelenmesi,[8] Mihne sürecinin ortaya çıkmasında önemli etkenlerdendir. Alioğullarının muhalefetinin kökeninde hilafet/imamet düşüncesi yatarken Mevali’de ise Arapça olarak indirilen Kuran’ın lafzına atfedilen kutsallık vesilesiyle gelen ikinci sınıf vatandaşlık statüsü bulunmaktaydı. Burada Mevalinin umutlarını Mu’tezileye bağladığı görülür. Nitekim Mu’tezile Emeviler döneminden itibaren gelişen süreçte siyasal baskılar karşısında kader anlayışı (ve halku’l Kur’an meselesi) çerçevesinde özgürlük düşüncesinin öncelenmesi itibariyle yönetim baskılarından bunalan halk kitleleri için bir umut kaynağı oluşturmaktaydı.[9]  Mevali için ise Mu’tezile’nin Halku’l Kur’an meselesine bakışı önemlidir. Kuran’ın mahluk olduğu düşüncesinin temelinde yatan belki de Mevali-Arap ayrı(şı)mıdır. Mevaliler, Kuran’ın yaratıldığını iddia ederek, aslında Arapların, Kuran’ın Arapça olarak indirilmesini öne sürüp, üstünlük iddia etmelerine karşı Kuran’ın Yaratılmışlığı, bir antitez hükmündedir. Çünkü yaratılmışlık aynı zamanda onun değişebileceğine de işarettir.[10] Yaratılan bir lafzın değişebilme özelliğinden dolayı herhangi bir kutsiyeti bulunamazdı. Aynı zamanda Kuran’ın yaratılmışlığı, aslında tefsir yöntemlerini takip ederken müfessirin de kendisini salt bir metin ve anlam açısından “değişmezlik” ile sınırlamayacağına da işaret olmuştur.

Siyasal düşünce için de “Yaratılmış Kuran” zamana göre değişebilen bir özelliği içinde barındırıyordu. Bu yönüyle de halifenin hem siyasal hem de dinsel otoritesini mutlak kılabilecekti. Yaratılmamış olan Kuran’ın değişmez oluşu onu imparatorluğun temeli kılmak için ele alınan nedenlerin bir bölümünü teşkil ediyor ve aynı şekilde onu tefsir eden ulemanın gücünü de arttırıyordu.[11]

Bunun gibi bir örneği ise Hristiyan dünyasında Katolik-Protestan ayrımında görmekteyiz. Katolik lafızcılığın bir nevi dokunulmazlığı ve eleştirilemezliği sonucu İncil’in ruhbanlar tarafından kendi görüşlerine dayalı bir kült haline gelmelerine karşılık, Protestanlığın Hermenötik ile yorum farklılığının insanın doğasında var olduğunu bu yüzden sabit bir yorumun dayatılamayacağını açıklamaları daha önce var olan eleştirilemez yorumların yıkımını sağlamıştır.[12]

1-MİHNE DÖNEMİ

Halife Me’mun dönemine gelindiğinde iki etken muhalif kesim ile karşılaşılır. Biri mevali tabana dayanan ve özgün görüşleriyle sürekli gelişen Me’mun’u da iktidara taşıyan kitleye dayanan Mu’tezile, diğeri de büyük halk toplulukları nezdinde etkinliğini sürekli arttıran Ehl-i Hadisçilerdi.[13] Halife, Kuran’ın Yaratılmışlığı meselesini açıklamadan önce toplumda ehl-i hadise alternatif olabilecek kesimler olan Zeydiyye ile Mu’tezileye yakın durarak siyaseten onlardan güç devşirmeye çalıştı.[14] Halife Me’mun yetişkinlik döneminin önemli bir bölümünü babası tarafından vali olarak tayin edildiği Merv’de geçirdi. 23 yaşlarında iken gitmiş olduğu Merv’de 11 yıl kadar kaldı. Onun İran asıllı bir anneden doğmuş olması ve İranlı bir kadınla evlenmiş olması da kendisini Arap kültüründen ziyade İran kültürüne yakın kılmıştı.[15] Me’mun’un ve Emin’in hocaları babası Harun Reşid tarafından Mu’tezili alimlerden seçilmesi[16] onun daha sonra bu mezhebin görüşlerini kabul etmesinde önemi büyük olan etkenlerdir.

Halife Me’mun h. 212 yılında Halku’l Kur’an görüşünü açıkladı.[17] Mu’tezili alimlerinde dahil olduğu sohbet halkalarını sarayda oluşturarak her görüşten alimleri tarafsız ve kendi görüşünü açıklamadan dinledi.[18] Ancak 218 yılına gelindiğinde halife yazdığı bir mektupla kendi görüşü dışında olan herkesin mihneye tabi tutulması gerektiğini valilerine bildirerek, İslam Tarihine aklın “otoriteryen bir erk” aracı haline gelmesini sağlayan halife olarak kaydedilmiştir.

SONUÇ

212 yılında başlayan devrimci dalga, tarihteki tüm devrim serüvenleri gibi kuruluşunda getirdiği özgürlük alanının kapsamını geniş tutmuştu. Kendi öğretilerine normatif bir arka plan atfetmeden farklılıklar içerisinde rahmetin varlığını belki de zihinleremize kazandırabilirdi. Tarihin tekerrürü haline gelmiş olan “bilginin kamulaştırılması” halinde ortaya çıkan mihneler, ilmi anlamda gelişmenin de tam olarak önünü tıkamıştır. Bu durumla Batı Felsefesinde karşılaştığımız tümdengelimci bilgi çıkmazına karşı aklı ve empirik felsefe içinde salt deneyimi öne çıkaran filozofların, bir zaman sonra kendi görüşlerini tümevarımsal bir biçimde dayatmalarıyla sonuçlanmıştır. Galileo’nun mekaniksel evren anlayışı Aydınlanma Felsefesi içerisinde normatif bir öğreti haline gelmişti… Artık onun öğretisini tartışmak ve matematiksel soyutlamaların hakikat oluşunu reddetmek, kişi için delilik ve cahillik belirtileri sayılmıştır.[19] Tümevarımsal yöntemin, tüm deneyimlerin sonucu olarak mutlak hakikate erişip, onu benimsemesi elbette beklenecek bir durum değildir. Çünkü deneyim bilgiye ulaşmak için sınırlandılabilecek bir ölçüt değildir… Aristocu formel mantığın geçersizliğini belki de Rager Bacon(1214/1292) ile fark edilmesi, tümevarımsal yöntem sayesinde Rönesans, Reform ve Batlamyusçu ay-altı evrende ilahi bir lütuf şeklinde yaşayan insanların pasifliğini kırılmasıyla sonuçlanmış, onları bilgide edimsel sürecin içine aktif faal olarak yerleştirmiştir. Descartes’ın Kartezyen Felsefesiyle bilginin açık-seçikliğini daha sonra çağdaşı sayılabilecek olan Newton’un fiziğin zaferini ilan etmesi kriz döneminin başlangıç noktası olarak kabul edebiliriz. Bu tür hipotetik-tümdengelimci bilimsel yaklaşımın, daha önce bilgi de asıl karar verici kurumun kilise olması yerine üniversiteyi yerleştirerek aslında sadece mekan değişimi yapıldığını, aynı baskıcı tavrın bu sefer “BİLİM KİLİSESİ” adıyla başka bir kurum tarafından yapılacağını bizlere göstermektedir. Marksist Felsefede ise, Lenin’in oluşturduğu Bilimsel Sosyalizm kilisesi(!) insanlar için yeni bir Mihne Süreci yaratmıştır…[20]

Özetle Mihne’nin ya da daha doğrusu bu uygulamanın başarıya ulaşmamasının en önemli sonucu, makbul ve sahih dinin sınırlarının belirlenmesi konusundaki hakim olarak halifenin itibarını ortadan kaldırıp,[21] hakiki bilgiyi rölatisivist olan akla teslim etmesiydi. Bu da aklı kendi tekeline alabilecek ulemanın gücüyle oluşabilirdi. Daha sonra gelecek olan yönetimlerin sahih işlemin sınırları kesinlikle halife tarafından değil, yalnızca ümmetin veya onun sözcüleri olan ulemanın ittifakı ile belirlenecektir. Bu durumda Kuran’ın vahyinden uzaklaşıp, onun yerine mezhepsel görüşlerin birey ve toplumun varoluşuna yön vermesiyle sonuçlanmıştır…

 

 

 

[1] Osman Aydınlı, Mu’tezile Ekolü Tarihi ve Öğretisi, s.62, Endülüs Yay.

[2] Mevlüt Özer, Ehl-i Sünnet-Ehl-i Bid’at, s.55, Ankara Okulu Yay.

[3] Burada Hasan-ı Basri ve bir kısım Irak Medresesi alimlerini ayırdığımızı bildirmek isteriz.

[4] Ramazan Yıldırım, Halku’l Kuran Meselesinin Politik İstismarı, s.57, Milel ve Nihel, Ocak-Nisan 2011.

[5] Mevlüt Özer, a.g.e, s.55-56.

[6] Salih Aydın, İslam Düşüncesine Giriş, s.74, Ravza Yay.

[7] Salih Aydın, a.g.e, s. 77.

[8] Ed. Mahfuz Söylemez, Mihne Sürecinin İslami İlimlere Etkisi, s. 29, Ankara Okulu Yay.

[9] Ed. Mahfuz Söylemez, a.g.e, s. 59.

[10] Ed. Mahfuz Söylemez, a.g.e, s. 47.

[11] Ed. Mahfuz Söylemez, a.g.e, s. 24.

[12] Daha fazla bilgi için bak; Muhammed Müctehid Şebusteri, Resmi Dini Söylemin Eleştirisi, Mana Yay.

[14] Ramazan Yıldırım, a.g.e, s. 59.

[15] Ed. Mahfuz Söylemez, a.g.e, s. 15.

[17] Ed. Ramazan Yıldırım, Kelam Tarihi, s. 151.

[18] Aslında Mu’tezili alimlerin saray ile tanışmları Harun Reşid döneminde başlamıştır. Yahya Bermeki’nin saray içinde oluşturduğu ilmi halkalar tıpkı Me’mun bir süre yaptığı gibi her görüş tarafından temsil edilmişti. Ancak Harun Reşid’in Bermeki hanedanını saraydan çıkarmasının sonucu olarak tüm bu meclislerde dağılmıştı. (Osman Aydınlı, Mu’tezile Ekolünün Tarihi ve Öğretisi, s. 56.)

[19] G. Skırbekk-N. Gılje, Felsefe Tarihi, s.218, Kesit Yay.

[20] Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, s. 86-87, Çıra Yay.

[21] Christopher Melchret, Sünni Düşüncenin Teşekkülü, s. 77, Klasik Yay.

Kaynak: Özgün İrade Dergisi