Rüyalar, içimizde, zihnimizin derinlerinde, bizim denetleyemediğimiz, müdahale edemediğimiz bir gücün varlığını bize gösteriyor. İnsanın içinde kendisinden bağımsız bir varlığın yaşaması ve bu varlığın insan yorulduğunda, çevresindeki gerçekleri algılayamadığı bir uykuya dalıp bilinci kapandığında ortaya çıkması bana ürpertici geliyor. Bizim bedenimizi, zihnimizi, sinir sistemimizi kendi arzularına göre kullanabilen bir “yabancıyı” içimizde taşıdığımızı düşünmek, bizzat kendi varlığımızı bir sırra dönüştürüyor.
Bilincimizin ürettiği bütün düşünceler bir mantık çerçevesiyle bağlı oldukları hâlde rüyalar mantık çerçevesini paramparça edebiliyor. En rasyonel, en mantıklı, en tutarlı insanlar bile rüyalarında mantıktan, gerçeklerin tutarlılığından koparak uçuyor, korkuyor, öfkeleniyor, şehvete kapılıyor. Bambaşka biri hâline geliyor.
Üstelik içimizdeki bu “yabancı” fevkalâde ayrıntılı imajlar oluşturabiliyor. Hiç tanımadığımız, görmediğimiz, düşünmediğimiz insanlarla, bitkilerle, hayvanlarla karşılaşıyoruz, onların gözlerini, çiçeklerini, kanatlarını bütün çizgileriyle görebiliyoruz.
Bu nasıl oluyor? Bu “yabancı” kim? Neden içimizde böyle birini taşıyoruz? “Bizim” bilmediğimiz bunca ayrıntıyı o nasıl biliyor?
İnsanlar gibi toplumların da içlerinde bir “yabancı” barındırdıklarını, yorulup uykuya daldıklarında, bilinçleri kapandığında da bu “yabancının” vahşi bir barbar olarak “milliyetçilik” kılığında ortaya çıktığını düşünüyorum. Uygarlık, bilinçlerimizi terbiye ettiği, “bizi” mantıklı bir düşünce sistematiği içinde tuttuğu hâlde içimizdeki “yabancıyı” terbiye edemiyor. En azından şimdiye kadar bunu yapamadı. En mantıklı, en rasyonel toplumlarda bile bu mantıksız “yabancı” varlığını sürdürüyor.
1900’de ve 1905’te Max Planck ve Einstein insanlık tarihinin en büyük buluşlarından ikisini Almanya’da gerçekleştirdi. O dönemde Almanya bilimin ve teknolojinin merkeziydi.
Einstein’ın buluşuna sahne olan Almanya’da sadece otuz yıl sonra Naziler iktidara gelmişti. Kırk yıl sonra ise Almanya milyonlarca insanını kaybetmiş, mahvolmuş, acılar içinde bir topluma dönüşmüştü.
Böylesine gelişmiş bir toplumun içinden kendisini de dünyayı da parçalayan mantıksız bir canavar nasıl çıktı?
O “canavar” orada, içlerinde, kendilerinden bile gizli duruyordu çünkü. Diğer bütün toplumlar gibi hamaset nutuklarıyla uykuya daldıklarında mantıktan kopuk bir duygular yığını hâlinde belirdi.
Tarihi, mantıklı nedenlere, ekonomik çıkarlara dayandıran açıklamalar arar insanlık. Tarih, bu arayışlara inandırıcı cevaplar vermez her zaman Moğolların dünya nüfusunun onda birini öldürmesi nasıl bir mantıkla açıklanabilir? Bütün imparatorlukların, bütün toplumların tarihinde mantıksız canavarlıkların izlerini rahatlıkla bulabiliriz.
Bir grup insanın kendilerini kavim, kabile, devlet, millet, din olarak diğerlerinden ayırıp, kendi grubunun diğer herkesten daha değerli olduğuna inanmasıyla başlar mantıktan kopuk “uyku” ve canavar ortaya çıkar.
Bugün insanlık gene bir uyku evresine giriyormuş gibi görünüyor. En gelişmiş toplumlarda bile “biz en büyüğüz” diyen liderler kafalarını kaldırıyor. Toplumlarda bir yorgunluk ve uyku ihtiyacı belirdiğinde bu liderler çoğalıyor ve onlar uykunun daha da derinleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. O zaman da hepimizin içinde yatan, bizim denetimimiz dışındaki canavarlar harekete geçiyor.
Milliyetçilik, mantıkla ilişkisini koparmış bir budalalıktır. Ne olduğunu bile tam kavrayamadığımız karanlık bir boşluğun içinde dönüp duran minnacık bir gezegenin üstünde hiçbir toplum diğerinden daha değerli değildir. Hangi ırktan, hangi dinden, hangi milletten olursak olalım hepimizin ortalama ömrü belli. Birbirimize “ben senden daha değerliyim” diye bağırıp sonra ölüyoruz. Ölüm zaten herkesin “eşit” olduğunu tartışmasız biçimde gösteriyor. Daha “değerli” bir millet varsa ölmesin de onun diğerlerinden daha üstün olduğunu görelim.
Toplumlar entellektüellerini böyle kanlı uykulardan insanları kurtarsın diye yaratıyor. Çünkü insanlık bir yandan kendi içinde canavarlar beslerken bir yandan da bundan kendini korumaya uğraşıyor. Siyasetçiler, bayraklar, marşlar, nutuklarla uğursuz ninnilerini söylerken, entellektüellerin de milliyetçiliğin nasıl bir budalalık olduğunu, bu küçük gezegeni sınırlarla, silahlarla böldüğümüz sürece ortak bir acıdan kurtulamayacağımızı anlatarak toplumu uykuya dalmaktan koruması gerekiyor.
Ölüm karşısında eşit olan bir canlılar topluluğuyuz, kim kimden daha değerli ya da daha üstün olabilir? Biliyorum, tarih bu mantıksız iddianın üstünde inşa edildi. Ama tarihi değiştirmenin zamanı gelmedi mi? Kimsenin daha değerli olmadığı yeni bir tarih başlayamaz mı? Aklımızın, mantığımızın, bilincimizin, bilinçdışı canavarlığımızı engellediği bir döneme giremez miyiz? En azından bunun için uğraşamaz mıyız?
Ben bunun için mücadele edeceğimize, yeni bir tarihin başlangıcına çok yaklaştığımıza, çekilen acıları durdurabileceğimize inanıyorum.
Toplumların uyumalarını engellediğimizde bireylerin daha rahat uyuyup, kendi içlerindeki “yabancılarla” tehlikesiz maceralar yaşayacağı bir hayatımız olur. O zaman huzur içinde rüyaların sırrını çözmeye uğraşırız.
P24 Blog