Tarih: 15.12.2018 10:43

Ruh Sağlığını Muhafaza Hakkında

Facebook Twitter Linked-in

Haftanın 7 günü yazıyorum. Cumartesi ve Pazar iki içerik. Ayrıca ortalama hafta başına 1 röportaj. Haftada 10 ayda 40 yazı. Her bir yazı için klavye başında 1 saat harcasam neredeyse 1 ayın 48 saatini yazarak geçiriyorum.

Sadece ayda 2 günü bilfiil yazı yazarken geçiriyor olmak bile kulağa tuhaf geliyor.

Geçen haftanın 5 günü de memleket ahvalinin haline dair geçti. Yazdıklarıma baktım ve kendime şaştım. Bu tuhaflıklar ortamında aklıma nasıl mukayyet olduğumu düşündüm. Yine de şükür ediyorum. Türkiye´de akıl ve ruh sağlığını muhafaza ederek olana bitene bakabilmek bu tuhaf günleri geçirmek de mühim iş doğrusu.

Sizi bilmem ama benim için Türkiye´nin tek tipleşmiş görsel ve yazılı basın ortamının mütehakkim düzeninden çıkış için bazı pencereler var. Digitürk (ya da Bein mi desek doğru olur) kanallarının mesela 23´den 53´e kadar olanına yok muamelesi yapmak.

Akabinde spor kanalları içinden bir iki atlayıp 102´ye vardınız mı karada ölüm yok. Mezzo ve takip eden kanallar içinde bir iki havuz bağlantısı olsa da en azından yabancılara hitap eden bu kanallarda propaganda oranı çok daha kabul edilebilir seviyede.

Televizyon faslını aştıktan sonra iş yazılı basına gelince durum daha kolay. Uçağa falan binmiyorsanız ya da belediyenin bir çayevinde değilseniz havuz gazetesini tesadüfen dahi almış birisine rastlamanız mümkün değil. Devletle daire ile de işim olmadığı için ağaç ve yeşilin israfından gayri bir kullanımı olmayan selülözik mamulatın bu halinden gayet uzağım.

Radyoda ise havuz çoktan pes etmiş durumda. Tabii ki bazı kanallar vardır. Ama RS FM ve Açık Radyo çoktan CNN Türk´ü bile klasman dışı etti. Yanılıp da Bloomberg açtığımda sadece kendi kendime dilek tutuyor ve kaçıncı cümlede yapışkanlık diyecekler, difüzyon endeksi için ne kadar beklerim diye oyun kuruyorum.

Bir zamanlar muktedir Arınç´ın beğenmeyip geri dönüşüme atmak istediği TRT 3 ise koca bir havuz külliyatında nazarlık misali parlıyor. Belli ki Radyo 3´ün hedefe konması tam ters etki yaratmış AKP işi medya düzeninde ve bu radyo varlığını korumuş en iyi şekilde.

Televizyon gazete ve radyo ile hasbıhali bitirdiğimde tabii ki iş sosyal medya tarafına geliyor. Belki fark ettiniz Facebook ve Twitter hesapları ihdas edip yazılarımı paylaşmaya başladım. Vaktin bu denli dar olduğu ortamda sosyal medyayı tek taraflı yani sadece paylaşım yapmakla geçirmek zorunda kalmam nedeniyle takipçilerimden peşinen özür diledim.

Twitter sosyal medyanın dünyası ise, Facebook ülkesi, hatta daha da dar bir tanımla mahallesi. Arkadaş seçmeye bile vakit kalmayınca doğrudan telefon rehberimin bellek kapasitesine intisap ettim. Oradan çıkan seçki arkadaş bazımı teşkil etti.

Twitter bir tarafa ama Facebook için söz etmeden geçemeyeceğim. Sosyal medyadan koptuğum zamanlarda uzak kaldığım mecralar içinde Facebook´un da akıl ve ruh sağlığı için tehdit içerebileceğini unutmuşum.

Facebook´ta paylaşımlarını hakaret, saldırı, tehdit ve havuz haber yayımı için kullananlar önemli bir şiddet dilini de benimsemiş görünüyorlar. Jenerik hiçbir görüş beyan etmeden isnat ve ifrat dolu bir dilin yaygın ve rahat bir özgüven ile kullanılması rahatsızlığı artırıyor.

Nefret dili ötekileştirme söylemi bir tarafa başlı başına suç da teşkil eden bir tehdit algoritması ile dolu bu lisanın da ruh sağlığına iyi gelmediğine bahse girebilirim.

Sosyal medyayı adeta bir savaş mevzisi olarak kullanan dille tartışmak ne denli manasız da olsa durduğu yerde dahi sorunlu bir görünümü arz ve beyan eden üsluptan uzak durmak akıl kârı.

Twitter´in görece steril ortamına nazaran Face´in bu zorlayıcı ikliminin klavye katılığında yayılan dilinin panzehiri sukuneti korumak ve duruşu muhafaza. Tabii ki işin zorluğu aşikar. Yine de ümit veren o ki, bu zehirli dili terennüm edenlerin paylaşımları 3-5 beğeninin ötesinde bir ilgiye mazhar değil. İşin bu tarafından bakınca kendini zehirleyen bir akrebin tekdüzeliği ve kendi içine kıvrılması var bunda. Yine de mesafeyi muhafaza gayet hayırlı.

Bir sinemaci olarak kopamadığım sinema salonu loşluğu ise bütün bu hengame içinde bana bir adayı vaad ediyor. Çok da seçmeden vizyonda ne varsa izleme telaşındayım. Hollywood olamayan Yeşilçam´a adını veren sokağa 100 metre mesafede oturuyor ve çalışıyorum. Kişisel tarihimi kaleme almaya değer bulan olursa bu tevafuka da bir selam etsin isterim.

Bugünün Yeşilçamı artık, Levent´in villalarında malum. Bilmez de değilim. Lakin şurası aşikar, filmler önce zihinlerde çekilir, oyuncular söyleyene kadar bitmemiş bir film zaten çekilmese de olur.

Hayallerle doldurduğum zihnimi, hala sinema salonunun karanlığıyla aydınlatabiliyorum.

Bu da benim için psikolog koltuğunda oturup ruhumu temize çekmek gibi bir şey bir taraftan. Yandaş kadroların ne hayali ne de eforu sinemaya tahakküme kifayet ediyor. İyi filmleri ya beğenilmeyen Avrupa ve Amerika endüstrisi ya da başta İran olmak üzere mütehakkim ceberutlara başkaldıran Orta Doğu sanatçıları üretiyor.

Türk sinemasında ise iyi işler yalnız ve güzel ülkeye adanıyor. O yalnız ve güzel ülkenin ferdi olarak sinema salonunda tek de olsam koskoca bir coğrafyanın imgesi zihnimde geziyor. İyi ki Nuri Bilge´nin o siyah-beyaz filmini Beyoğlu´nun köhne sinemalarında seyreden üniversiteliler, marjinaller vardı diye seviniyorum.

Herşey bir tarafa kendimi sokağa atıyorum. İstiklal Caddesi, Kadıköy Sahili, Beşiktaş çarşı, Rumeli caddesi. Bir dostla iki laf ediyorum. Denize bakıyorum. İnsanlara bakıyorum. Pastanın kaymağını değil ama bir ıslak hamburgeri paylaşanları görüyorum. Aklım başıma geliyor.

Sarayburnundan Kadıköy´e, Kadıköy´den Ayasofya´ya bakıyorum. 10 bin yıllık kadim şehirden kimler kimler geçti diyorum.

25 yılın uzunluğuna ve kısalığına şaşıyorum.

Derin bir Boğaz havasını ciğerlerime çekiyorum. Ve şükrediyorum. Her şeye ve herkese rağmen.

?Bilmek mutsuzluktur? diyor filozof ya, yine de hınzır bir gülümseme oturtuyorum yüzüme. Boğaz, Marmara, Ege, Akdeniz önümde canlanıyor.

Gazete bayine gözüm kayıyor. Aynı manşetli 10 gazete altalta. Havuz bu ummana ne yapabilir diyorum.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —