Tarih: 10.01.2025 12:04

Robespierre, Lenin, Mao derken, sıra İslâmcı devrim fetişizminde

Facebook Twitter Linked-in

[9-10 Ocak 2025] Bir şeylere hayli kızdığım âşikâr olmalı. Gene de bu yazıya otururken, kendimi gözden geçirdim. Son otuz otuzbeş yılda, özellikle demokrasi, din ve İslâmiyet açısından nasıl bir kişisel sicilim var? Ehil miyim, aklım başımda mı, ahlâkım ve ahlâkî kredibilitem az buçuk yerinde mi? Hımm. Daha 1980’lerde, henüz militan bir solcuyken de türban ve tesettür yasaklarına karşı çıktım. Nisan 1987’de, Aziz Nesin ve Sadun Aren’in çağrısıyla toplanan Demokrasi Kurultay’ına katıldım. TCK’nın o zamanki 141-142. ve 163. maddelerinin toptan kaldırılmasını savundum. 1990’ların başında akademik hayata döndüm. İlk girdiğim ODTÜ Tarih Bölümü’nün daha birinci toplantısında, başörtüsü ve türban yasağını hiçbir şekilde uygulamayacağımı, kimsenin kılık kıyafetine (neyi hangi gerekçeyle giyiyor olursa olsun) kesinlikle karışmayacağımı açıkladım (ve bu politikadan hemen oracıkta vazgeçildi). Turgut Özal sonrasında, 1990’ların giderek küçülen ve tabanı eriyen “barikat” koalisyonlarının (bütün o Süleyman Demireller, Mesut Yılmazlar ve Tansu Çillerler fasilesinin) Türkiye’yi nasıl boğduğu ve dondurduğunu, hafakanlar basarak izledim.

 2002 seçimlerinden sonra, askerî-bürokratik vesayet rejimine karşı AKP’nin bütün ileri adımlarını destekledim. 12 Eylül 2010 referandumunda “yetmez ama evet” dedim ve önerilen anayasa değişikliklerine evet oyu verdim. Hemen aynı sıralarda, 2010’ların başlarındaki Arap Baharı’nı sevinçle karşıladım. Tâ 1960’lardan, Doğan Avcıoğlu’dan ve Yön-Devrim çizgisinden beri, Kemalizm ve Kemalist rejim ile Arap Sosyalizmi ve milliyetçi-modernist Arap diktatörlükleri karşılaştırılmaktaydı. (a) Kimileri ailevî benzerlik, hattâ akrabalıklarını hiç göremiyor; ne alâkası var (bizimkisi iyi, onlarınki kötü) diyordu. Bu, Atatürkçülükle böbürlenmenin birinci (tikelci, biz bize benzerizci) şekliydi. (b) Kimileri aradaki benzerliği görüyor ve beğeniyor, alkışlıyor; biz onlara örnek olduk ve şimdi de onlar bize örnek olmalı diyordu (Avcıoğlu ve 9 Mart 1971’ciler). Bu, Atatürkçülükle böbürlenmenin ikinci şekliydi. Nâsırseverler, Baasseverler, Saddamseverler, Esadseverler hep bu kategorideydi. (c) Bir de, evet, bunlar (derece farkıyla da olsa) bağlantılıdır diyenler vardı: Hepsi “gecikmişlik” sonrasının “yetişmeci,” moderniteyi cebrî yürüyüşlerle yakalamaya çalışırken aşırı merkezîleşip diktatörleşen ulus-devlet varyantlarıdır; miadlarını doldurmuşlardır ve günümüze ışık tutamazlar; ancak koptukları ve ezdikleri kitleler tarafından alaşağı edilirlerlerse, bir çıkış kapısı aralanabilir.

 Ben de (1980’lerin ikinci yarısından itibaren) bu gruptaydım ve hâlâ da öyleyim. 2010’dan beri de, dünyada Arap halklarının, Türkiye’de AK Parti iktidarının demokratik hamle ve kazanımlarıyla sevinmeye, hepsinin anti-demokratik bütün uygulamalarıyla da üzülmeye devam ediyorum. Sonuçta bu, apaçık bir yetmez ama evet meselesi. Her türlü ittifak, her türlü kısa-orta-uzun vâde perspektifi, farkına varsınlar varmasınlar, bütün taraflar açısından bir yetmez ama evet meselesi. Tümüyle diyalektik bir kavram; net bir “zıtların birliği” örneği. Tek şey demiyorsunuz; hem evet diyorsunuz, hem de yetmez. Bu kadarını alıyorum ama daha fazlasını da istiyorum. Yok, herşeyi istiyorum, hepsini birden istiyorum diyemiyorsunuz. Siyaset böyle; demokratik siyasetin yapısı, doğası böyle.

İktidarı, rejimi ve düzeni devrimle (şiddet yoluyla) değiştirmekten değil, reformlardan ve reformculuktan bahsediyorum. Toplumda çeşit çeşit ideoloji ve siyaset var. Bazıları güçlü, bazıları zayıf. Açık konuşalım; görece zayıf ve iktidara gelebilmekten (veya iktidarı paylaşabilmekten) uzak olanların kısmî umutları, görece güçlü olanlara (ya da bazılarına) bağlı. Onlarla açık veya örtük pazarlığa bağlı. Onların ittifak ihtiyaçlarına, (dar veya geniş) vizyonuna, benzer değerleri ne ölçüde benimseyip benimsemediklerine, başka fikirlere açık olup olmadıklarına, kendileriyle konuşulup konuşulamayacağına bağlı. Tersten düşünelim. Türkiye’de bugün ve hayli zamandır güçlü olanlar zayıf, zayıf olanlar güçlü olsaydı ne olacaktı? Faraza siyaset sahnesinin merkezine büyük bir liberal-demokrat parti otursaydı, bu sefer başka herkes (örneğin muhafazakârlar) kendi program parçacıklarını o partinin genel programına yedirmeye, ya da onun genel programının bazı unsurlarını kendilerine yontup yararlanmaya kalkışmayacak mıydı? O zaman da söz konusu (muhayyel) liberal-sol veya sol-demokrat partiye, ötekilerin (muhafazakârların) bazı talep ve endişelerine kulak verip daha geniş bir konsensüs aramak düşmeyecek miydi? Demokratik sorumluluk belki bunu gerektirmeyecek miydi? Faraza İspanya Cumhuriyeti ve İç Savaşını (1936-1938), ya da Yunanistan İç Savaşını (1946-1949), sol biraz da böyle bir vizyon geliştiremeyip mutlak kutuplaşmayı kıramadığı için kaybetmedi mi?

 Bunda utanacak, sıkılacak, kem küm edecek hiçbir yan yok. Kafayı tek yol devrim’e, (Ortaçağ şövalyeliği kalıntısı) bir sınıf onuru’na (veya solun onuru’na), oradan da bir düello mantığına takmamışsanız, illâ kimlik peşinde değilseniz, mesele bu kadar basit. Bu, cevabınızın evet bölümünü açıklıyor. Yetmez’ini ise, sizden güçlü müttefikleriniz bir yerden sonra duymak istemeyebilir. Zaten hep yaparlar bunu. Kemalistlerin 1922-1923’te Kürtler konusunda yaptığı gibi. Şili’de Gonzalez Videla’nın 1946 başkanlık seçimlerini sosyalist ve komünistlerin desteğiyle kazandıktan sonra Soğuk Savaş mecrasına girip McCarthyci doğrultuda yaptıkları gibi. Keza Demokrat Parti’nin, aynı Soğuk Savaş ve McCarthycilik kalıbına oturup, 1950 sonrasında özgürlük ve demokrasi konusunda yaptığı gibi. Ve daha niceleri. Biraz, zayıf ve güçsüzlerin kaderinde var gibidir, böyle aldatılmak. Peki, o zaman yanlış mıydı bütün bu arayışları? Hayır. Esasen bunları bile bile ittifaklara girer veya girmez, destek verir veya vermezsiniz. Çünkü o somut durumda başka yol yoktur. Sonrasında, unutup unutmamak size bağlı.

 Şimdi buralardan, gelelim şimdiki Suriye’ye. Evet, öncelikle bir turnusol kâğıdı oldu, zalim bir diktatörlüğün yıkılmasına sevinenler ile sevinemeyenler arasında. Bu konuda nerede durduğumu söyledim; tek ekleyeceğim, ne kadar hüzünle baktığım, CHP liderliğinin yarı-Atatürkçü, yarı-Esadsever kekelemelerine. Fakat iki, aynı zamanda bir atölye niteliğine büründü: dağılmış bir toplumun ve çökmüş bir devletin, tam anlamıyla bir collapsed state’in herkesin önünde tamirine girişilmesi, tekrar bir araya tutturulup tutturulamayacağının gündeme gelmesi açısından. Önemli olan şu ki, bu çoğul bir süreç. Çünkü herkesin bir fikri var bu konuda. Farklı kesimlerin farklı talepleri, farklı programları var; olayların olağanüstü seyri karşısında tavırlar belki geri kalmışsa da şimdi yeniden oluşuyor. Ne kadar kristalize olacaklar? Ne kadar kristalize olduktan sonra birleşebilecekler (mi)? Kritik sorular. Zira bir yandan da HTŞ lideri Ahmed eş-Şara’nın diğer örgüt liderleriyle yürüttüğü ortak ilke arayışları hızla ilerliyor ve örneğin bütün milislerin lağvedilip tek bir (yeni) Suriye Ordusu’nda kaynaştırılması kabul ediliyor. Bu da, müzakereciliğe ve çok-taraflı süreçlere dair umutlu bir işaret sayılıyor.

 Dolayısıyla üç, Suriye sırf Suriye 2024-2025 değil; Suriye bir bakıma Türkiye 1922-1925 gibi duruyor, öyle bir boyut da taşıyor. Genellikle tarihte ve sosyal bilimlerde laboratuvar deneyi olmaz deriz. Ama bazen de oluveriyor; diyelim geçmişteki bir olay acaba öyle değil de böyle mi olsaydı (olabilir miydi) diye düşünülürken, yüz yıl sonra yeni biri çıkagelip âdetâ öncekinin “henüz cereyan etmemiş” halini sunuyor. Büyük Taarruz ile Cumhuriyet’in kuruluşu arasındaki 13-14 ayda Kürtlere özerklik tanınsaydı ne olurdu? Ya da modernist Türk milliyetçileri (TBMM’deki Birinci Grubun İttihatçı-Kemalist jakobenleri) kesip atmasalardı, İkinci Grubun ılımlıları ve muhafazakârlarıyla bağlarını? Büyük İttifak korunsaydı? Takrir-i Sükûn’a gidilmeseydi (Şeyh Sait İsyanı’na rağmen)? TCF kapatılmasaydı? Özetle, 1912-1913 ve 1914-1918 felâketleriyle dibe vurmuşken 1919-1922 zaferiyle kendi kendini rehabilite etmeyi başaran asker-sivil aydın zümre, 1925-1927 krizinde Tek Parti diktatörlüğüne yönelmeyip, daha az radikal-yetişmeci ama (yavaşlık pahasına) daha geniş ve daha ılımlı, daha çoğulcu, daha yumuşak ve toleranslı bir yönetişimde karar kılamaz mıydı?

 Diyceksiniz ki, bunu başaracak siyasal-kültürel olgunluk yoktu ortada. Doğru, yoktu. Önceki onyılların birikimi bakımından yoktu. İttihatçıları ve sonra Kemalistleri doğuran koşullar çok sert ve haşindi. Esasen dediğim dediklikleri, aşırı epistemolojik özgüvenleri de oradan geliyordu. Zaten bu yüzden düşünülemedi, akledilemedi, yapılamadı. Ama bu, ne kadar kaçınılmazdı? Bu soruyu hiç sormamalıyız, soramaz mıyız? Ya da benzer bir sübjektif faktör, başka yerlerde aranamaz mı? İşte şimdi bu ve benzeri bir yığın soru, Türkiye’nin kuruluş dönemine vekâleten Suriye’nin kuruluş döneminde soruluyor. Kuvvet ilişkileri Kemalist Devrim’den çok farklı kuşkusuz. Laikler, modernistler, Aleviler, kaldıysa Baasçılar, eski bürokrasi… yenik, yorgun ve ikincil sıralarda. İnsiyatif ise Sünnilerin ve Sünni İslâmcıların elinde. Peki, onlar gösteremez mi, yüz yıl önce Türkiye’de Kemalist önderliğin gösteremediği olgunluğu? Tarihten dersler çıkarmak diye bir şey varsa, biraz olsun mümkünse, HTŞ’nin ve diğer grupların da önünde zengin malzemeler yok mudur, “tek yol”culuğun ve kutuplaşmacılığın değil toleransın ve konsensüsün önemini yansıtan?

 Fakat Türkiye’de pek istemeyenler de var sanırım, böyle bir çözüm ve çıkış yolunu. Benim “Türkiye’nin retrospektif kuruluş laboratuvarı olarak şimdiki Suriye” benzetmemi (metaforumu) doğrulayan bir gelişme bu. Sırf CHP tipi otoriter laiklerin değil, hayli zıt bazı kesimlerin kafasında da öncelikle Türkiye var; Suriye için mi, yoksa aslında Türkiye için mi konuştukları birbirine karışıyor. Serbestiyet’te de son günlerde böyle iki yazı yayınlandı: Mustafa Erdem Yılmaz, İslâmcı devrimler, seküler arzular (2 Ocak 2025); Yusuf Manav, “Karamsar” aydınlar çağı: 2025 Türkiyesinde devrimci olan nedir? (4 Ocak 2025). Peşpeşe geldiler ve birbirlerine çok benziyor, aynı mutfaktan çıktıkları izlenimini uyandırıyorlar. İkisi de Suriye’nin nasıl şekilleneceği konusunda laik-özgürlükçü tercihleri olan aydınları hedef alıyor. Bunu, Esadseverlikle özdeşleştiriyorlar kestirmeden. Bu yolla, eski rejime arka çıkmanın ötesine geçip, bundan sonrası hakkında laiklik ve özgürlük gibi kaygılar taşımayı da topa tutuyorlar. Böyle endişelere kâh çağımıza yakışmaz diyor, kâh boş hayal (çünkü olmayacak) demeye getiriyor, hattâ yer yer alay ediyor ve aşağılıyorlar.

Çünkü… varsa yoksa devrim, yani (artık) İslâmcı devrim. Nitekim her iki yazının temelinde, çok ultra, çok çığrından çıkarılmış bir devrim ve devrimcilik söylemi var. Leninist teorideki devrimin kudsiyeti ve karşı durulmazlığı, otoritarizmi ve diktatörlüğü vurgularını olduğu gibi alıp, İslâmcı devrimlere taşıyorlar. Sonra da bunu, Yeni Suriye’ye böyle İslâmcılık dışı önerilerde bulunmanın (hattâ Esad rejimi yıkıldıktan sonra herhangi bir tartışma ve çok-seslik olacağını ummanın) ne kadar abes (çünkü devrimlerin tabiatı ve kanuniyetlerine aykırı?!) olduğunu kanıtlamak için kullanıyorlar.

Buraya kadarki, genel bir özet. Bundan sonraki yazilarımda, ikisini de satır satır eleştirmeyi umuyorum.

 

Kaynak: serbestiyet.com




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —